0.5

196 29 39
                                    

Umudun ışıkları kaydı ruhumun karanlıklara bürünmüş penceresinde. Toprak öptü dudaklarımı dünyanın kıvranılmaz eşiklerinde. Avuçlarıma gül dikti o mahsun bakışlı yüzünün zerrelerinde. Kıymıklar battı ellerimize ama asla inmedi derinlere.

Dakikalar kovaladı zamanın eşilmez topraklarını. Bir kabuk çatladı ve yer yarıldı, zaman orada tutsak kaldı. Anlamını yitirdi kelimelerin dayanılmaz sancısı. İnsanın damağı kuru bir şekilde yapıştı çünkü susuzluk boğazını yakmıştı. Yine de ölemedi insan, ölümün avuçlarında iz bıraktığı yaraları öptü.

Islanmamak için elimdeki şemsiyeyi sıkıca tuttum ve üniversitenin binasından çıktım. Eve gitmem gerekiyordu, yarına yetiştirmem gereken bir ödevim vardı fakat bu yağmurda nasıl gidecektim, bilmiyordum. Taksi çevirmek için bir süre caddede bekledim fakat neredeyse on beş dakikadır bekliyordum ama hiç taksi geçmiyordu. Taksi geçtiği zaman ise içi dolu oluyordu, ben de sağanak yağmurun altında şemsiyemle korunmaya çalışıyordum.

Beklemenin faydasız olduğunu anladığımda gitmeye karar verdim. Koştuğum için pantolonum ıslanıyordu ama umursayacak değildim. Eve gidemeyeceğimi anladığımda karşımda gördüğüm kafeye girmeye karar verdim. Bu kafe bir yerden tanıdık geliyordu. Bir süre nereden hatırladığımı düşündüm. Tabii ya, bu kafe Namjoon ve yanındaki kadını gördüğüm kafeydi. Bir an yüzümü buruşturma isteğiyle doldum fakat sonra bunu hızlıca kafamdaki çöp kovasına gönderdim ve kafeye girdim.

Daha adımımı atar atmaz vücudumu sıcaklık sardı ve yeni çekilmiş kahve kokusu ciğerlerimi istila etti. Hissettiğim sıcakla birlikte kendime oturacak bir yer aramaya başladım. Burası kitap-kafe tarzı bir yerdi ve çok güzeldi. Yaz ayında olsak bile insana sonbahar havası verebilirdi burası.

Az ileride kitaplığın önünde oturan ve elindeki kitabı dikketle inceleyen Namjoon'u gördüm. Yine her zamanki gibi güzeldi. Kitabı dikkatle inceliyor, parmakları sayfanın her bir karışına kendi izini bırakıyordu. Onu iki gündür görmüyordum ve özlediğimi hissetmiştim. Kelebek kadar ömrümüz vardı, neden özlem bedenimi sarmışken onun yanına gitmeyecektim ki?

Gözlerimi yüzünden çekmeden Namjoon'a doğru ilerledim. Tam önünde durdum, kitap okuduğu için bölmek istemedim, bu yüzden karşısındaki sandalyeye oturacaktım fakat beni gördü. Yüzüme kısa bir an baktıktan sonra kaşları havaya kalktı. Birkaç saniye gözlerini üzerimde gezdirdi. "Oturmayacak mısın, Sim Jung?" diye sordu. İstemsizce gülümsedim. İlk defa benim dememe gerek kalmadan oturmamı söylemişti. Yüzümdeki tebessümü biraz bile azaltmadan karşısındaki yerimi aldım. Önündeki kitabı özenlice kapattı ve arkasında kalan kitaplığa koydu. "Üşümüşsün." dedi küçük bir endişe kırıntısı gözbebeklerinde yer edinirken.

"Nereden anladın?"

Güldü fakat samimi bir gülüş değildi bu. Nereden bakarsam bakayım alay doluydu gözlerinin içi. "Burnun kızarmış," diyerek işaret parmağıyla burnumun ucunu gösterdi. "Ayrıca pantolonunun paçaları ıslak ve saçların dağılmış."

"Anladım." dedim gözlerine dikkatle bakarken. "Hasta olmamı istemiyorsun değil mi?" Dişlerimi göstererek gülümsedim. "O yüzden yanına ben demeden oturmamı istedin. Sen de bana alıştın, hadi itiraf et!" diye büyük bir coşkuyla bağırdım.

Kafedeki bütün gözlerin bana döndüğünü hissettiğimde etrafıma baktım. Gerçekten de bütün gözler bana dönmüştü. Mahcup bir şekilde etrafa baktım ve "Özür dilerim," diyerek önüme döndüm. Namjoon bana bakıyordu ve gözleri dikkatle yüzümde geziniyordu. Nedense içimde bir kıpırtı belirdi. Artık sadece burnumun ucunun değil, yanaklarımın da kırmızı olduğunu biliyordum.

dreams of hope • kim namjoon ✔Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin