0.4

209 33 49
                                    

Sahilde kenarında oturmuş da kumdan kaleler yapmış gibiydim. Namjoon, elinde tehlike ve gözlerinde hüzünle yanıma ilerledi. Attığı her adımla birlikte kalelerim suya gömüldü. Onlar kumdan kalelerdi, yıkılması engellenemezdi.

"Tanrı aşkına, seni sürekli etrafımda görmek zorunda mıyım?" dedi ve kemikli parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. Sinirliydi ve yerinde huzursuzca kıpırdanıyordu.

"Seni takip etmiyordum." Onun sinirli yüzüne nazaran benim yüzüm düzdü. Bu kadar sinirlenmesi sadece onu yıpratıyordu.

"O zaman neden her seferinde karşıma çıkıyorsun?" Yüzüme doğru bağırdığında adımlarım benden izinsiz geriye gitti. Kalbimin üstüne bir şey oturmuş gibi hissettim ve bu his nefesimi kesti.

"Belki de bu bize kaderin bir oyunudur. Her şeyi fazla kafana takıyorsun. Bugün varız ama yarın yokuz. Şu kısacık zaman diliminde mutlu olmak varken mutsuz olmayı tercih ediyorsun."

Gözlerime yoğunlukla baktı. Gözleri kara bir elmas gibiydi. Teni ise akarsuyun zemininde parlayan bir taşa benziyordu. Gözlerini kahve gözlerime dikti. Parlak bir cam gibi olan gözlerinden kendi yansımamı görebiliyordum. "Kaderini değiştiremezsin." dedi duygusuz bir şekilde.

"Ama duyguların senin elinde." dedim hiç beklemeden. "Ben hayatın acımasız olduğuna inanmıyorum. Hayatı belli kalıplara sokan biz değil miyiz? Hiç ağlayan bir çocuğu teselli ettin mi? Mahallede çocuklarla top oynamadın, küçükken hiç cam kırmadın ve o anın verdiği gerilimle kaçmadın, annenin misafirler için yaptığı yemekleri masanın altında saklanarak yemedin, değil mi? Hiç yaşlı biriyle sohbet etmedin, onun dertlerini dinlemedin, yüzündeki tebessümün sebebi olmadın. Sözlerimde yanılıyor muyum? Yaşamı düz bir çizgide tutan sensin. O zaman sitem etmeye hakkın yok."

Gözlerinde farklı bir şey gördüm. Sanki bir inci tanesi gözüne hapsolmuştu ve oradan firar etmek için can atıyordu. Yutkundu. Bütün duyguları sırtına bindi. "Kozanı ör tırtıl. Başkasının hayatına karışma."

Ama sen başkası değilsin, demek istedim fakat diyemedim.

Arkasını dönüp yürümeye başladı. Ellerimden kayıyordu ve ben sessizce gidişini izliyordum. Elimi uzattım, dokunmak istedim fakat yapamadım. "Sen bir insansın, Namjoon. Bir robot değilsin. Dünyanın derdini taşımak zorunda değilsin."

Arkasını dönmedi fakat duyduğunu biliyordum. Zaman, suyun akışı gibi geçip gidecekti ve ben Namjoon'un gözlerine oturmuş kara deliği çözecektim.

Etrafı aydınlatması için bir mum yakardık. Fakat o mumun ardında bir rüzgar beklerdi. Biz aydınlatmak istedikçe rüzgar gelip eserdi. Belki yaktığımız mum sönerdi ama insan pes etmeden yenisini yakmayı öğrenmeliydi.

İnsanın karşısına her zaman bir engel çıkardı. Kimi zaman üstü başı toprağa bulanır, yere düşerdi insan. Avuçlarının içine taşlar batar, gözlerine yaşlar dolardı. Keder, gözlerimizden sicim gibi boşanırdı. O an tüm düşünceler kulak tırmalayan bir söyleme dönüşürdü ama tüm bunlar biterdi. Dünya dönmeyi bırakmazdı bu yüzden çekilen acılar elbet bir gün geçerdi.

Namjoon benim küçük bahçemde açan bir çiçekti. Etrafını zehirli otlar sarmıştı ama ben o otları tek tek koparacaktım. Çünkü onun kalbi zehirli otları kabul etmezdi.

Elimdeki poşetlerle kapının önüne geldim. Beni gördüklerinde yine çok sevinmişlerdi. Yüzüme büyük bir tebessüm yerleştirdim. Onları görmek bana iyi geliyordu.

"Merhaba benim güzel ailem!"

"Merhaba, Sim Jung!" Hep birlikte cevap verdiklerinde gülümsedim ve tam ortalarına oturdum.

Burası yaşlı bakım eviydi ve ben her hafta buraya ziyarete gelirdim. Onlar zaten çok yalnızdı. Hayatın acımasız pençeleri arasında sıkışıp kalmışlardı ve ben onların yaralarına elimden geldiği kadar merhem oluyordum. Gözleri buğulu bakan o insanların hayatında ufak da olsa bir yer edinmek istiyordum.

"Bugün bize ne getirdin, Sim Jung?"

İşaret parmağımı çeneme koydum ve kafamı yukarı kaldırarak düşünüyormuş gibi yaptım. Birkaç saniye bekledikten sonra yanımdaki sevimli teyzelere ve amcalara bakarak heyecanla konuştum. "Bugün ebru sanatı yapacağız!"

"Ben onu birkaç yıl önce yapıyordum. Gerçekten çok severim."

Bayan Oh konuştuğunda gülümsedim. "Ben de diyorum nasıl bu kadar çok ortak yönümüz var... Demek ki hepsi bu yüzdenmiş."

"Ah, Sim Jung..." Yanakları kızardığında güldüm. Hepsi benim ailem gibiydi ve hepsini gerçekten çok seviyordum.

Bakım evinde çalışan yardımcılarla birlikte elimdeki poşetleri açtık. Gerekli malzemeleri çıkardıktan sonra işleme koyuldum. Önce ben nasıl yapılacağını gösterdim. Benim ardımdan da onlar yaptı. Üstümüz başımız batmasın diye önlük giymiştik ve benim onlar için hazırladığım atölyedeydik.

Boş ve kullanılmayan bir odayı atölyeye çevirmiştim. Genelde her şeyi burada yapardık. Bazen resim çizerdik bazen cam boyama sanatı yapardık. Her seferinde farklı şeyler yapardık. Kimi zaman birlikte okuma saatlerimiz olurdu, kimi zaman sadece oturur bir şeyler yerdik. Onlar kendilerini yalnız hissediyordu ve ben onların yalnız hissetmesini az da olsa engellediğimi düşünüyordum. Sonuçta güler yüz göstermek o kadar zor değildi. Arada bir yanlarına gidip hallerini hatırlarını sormak zor olmamalıydı. Beni gördüklerinde yüzlerinde oluşan o tebessüm dünyalara değerdi.

Kalıplarla şekiller yaptık ve onları kuruması için bıraktık. Tekrar büyük salona geçtik ve her zaman olduğu gibi elime güzel bir kitap aldım ve okumaya başladım. Bu sefer onlara Küçük Prens'i okudum. Hiç seslerini çıkarmadan pür dikkat beni dinlediler. Bu kitabın içindeki cümleleri kendimle özdeştiriyordum, bu yüzden Küçük Prens'i okumayı tercih etmiştim.

"Ama gözler kördür, insan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir..." Kafamı kaldırdım ve hepsine baktım. Yüzüme küçük bir tebessüm yerleştirdikten sonra okumaya devam ettim.

Kitabı bitirdiğimde derin bir nefes aldım ve önümde duran suyu alarak içtim. Bir solukta biten bir kitaptı ve bence sadece çocukların okuması haksızlık olurdu. İçinde geçen her bir kelime insanın içine işliyordu.

Önümüzdeki kurabiyeleri yedik ve bir yandan da Bayan Son'un anılarını dinledik. O sırada bakım evinde bir kıyamet koptu. Yaşlı bir teyzenin sesi kulaklarımı doldurduğunda yerimden kalktım.

"Niye peşimden gelip duruyorsun? Odamı göster ve git!" diye bağırdı.

Beyaz ve grinin karışımı saçları olan yaşlı bir teyze çalışanları azarlıyordu. Oldukça huysuz duruyordu ve kaşları çatıktı. Zayıftı ve zayıflıktan kemikleri belli oluyordu. Gözleri bir an gözlerimle kesişti. Gözleri öyle pusluydu ki, bütün hüzünleri içinde barındırıyordu.

Soğuk bir yel kapladı vücudumun izlerinde. O gözlerde gördüğüm gizli keder bir mızrak gibi kalbime saplandı. Sanırım Namjoon gibi sırrını çözmem gereken birisi daha karşıma çıkmıştı. Şikayetçi miydim? Elbette hayır. Aksine, yüzümde tebessüm oluşmuştu çoktan.

 Aksine, yüzümde tebessüm oluşmuştu çoktan

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
dreams of hope • kim namjoon ✔Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin