Mutluluk, parmaklarımızın uçlarından başlayıp bileklerimize kadar ulaşmış ve bizi sarıp sarmalamıştı. El ele tutuştuğumuz an, ruhumuzda yanmış meşaleler sönmüştü. İçimi kaplayan huzur dudaklarıma da yansımış, tebessümün izleri usulca yayılmıştı. Birisi bana Namjoon'un elimi tutacağını söylese inanmazdım. Namjoon elimi tutmuştu ve beni bir yere götürüyordu.
Sahi, bizden olur muydu? Sarı saçları, başak tanesi gibi esmer teninin üzerinde kavrulan adam beni sever miydi? Peki bir gün gözlerindeki hüzün geçer miydi?
İkimiz de sükûnetimizi koruyor, sessizliğin bütün gürültüleri bastırmasını izliyorduk. Kaldırım taşlarının kabarmış kısımlarına doğru attığım adımları seyreden Namjoon da bana ayak uydurmuştu. Sessizce ilerlediğimiz yolun sonunda Namjoon'un evine kadar gelmiştik. Evini biliyordum. Küçük bir evdi, kendine ait küçük bir bahçesi vardı. Namjoon'un durumunun iyi olduğunu biliyordum fakat o daha mütevazi bir evde oturmayı tercih etmişti. Belki de sessizlik istediği içindi.
Bahçeden içeri girdikten sonra elimi bıraktı ve bahçe kapısını kapattı. Cebinden bir anahtar çıkartarak evin kapısını açtıktan sonra kenara çekildi ve benim içeri girmemi bekledi. Küçük bir tebessümle içeri girdikten sonra burada ne işimizin olduğunu düşündüm. Salonun yerini bildiğim için oraya doğru ilerledim.
Merdivenin yanına geldiğimizde, "Sana göstereceğim şey burada." dedi.
Etrafıma bakarak neyi göstereceğini anlamaya çalıştım. Kafamı çok hafif sağa doğru yatırdım ve, "Ne göstereceksin?" diye sordum merakla.
Namjoon önüme geçti ve merdiven boşluğunun altındaki duvara doğru ilerledi. Eliyle duvarı ittiğinde duvar geriye doğru açıldı. Hayır, o bir duvar değildi, o bir kapıydı. O kadar iyi kamuflaj edilmişti ki bir kapı olduğunu anlamamıştım. Dikkatli bakmayan birisi anlayamazdı.
Namjoon yine benim içeri girmemi bekledi. İçeri girebilmek için çok az eğildim ve içeri girdim. Namjoon da hemen arkamdan girdikten sonra lambayı yaktı. Karanlığa alışan gözlerim loş ışıkla birlikte kısılırken etrafa baktım. 1970'li yıllarda yaşıyormuşum hissiyatı veren bu küçük odada hayranlıkla gezinmeye başladım. Elimi neye uzatsam kırılacağını düşündüğüm için ayrı bir hassasiyet göstererek etrafa bakmaya devam ettim.
Burası küçük bir odaydı fakat içine iki kişi sığabiliyordu. Namjoon kapının pervazına yaslanmış, ellerini de cebine sokmuş bir vaziyette beni izliyordu. İtiraf etmem gerekirse oldukça karizmatik duruyordu. Ancak buraya neden geldiğimi hatırlayarak odaya bakmaya devam ettim.
Duvarlarda birkaç portre bulunuyordu. Ahşaptan yapılmış antika bir saat duvara monte edilmişti. Tek gözlü küçük bir masanın üstünde eski bir pikap ve tam yanında da iki adet plak vardı. Odanın bir ucundan diğer ucuna asılmış çürük bir ipe fotoğraflar mandalla tutturulmuştu. Fotoğraflara baktığımda Namjoon'un küçüklüğü olduğunu anlamam uzun sürmedi.
"Namjoon!" diye seslendim heyecanla. "Bunlar senin küçüklüğün."
Sesimdeki çocuksu heyecana gülümseyerek karşılık verdi. "Çocukken daha tatlıymışım değil mi?"
"Kesinlikle evet." dedim ve güldüm. Şimdi de çok tatlıydı fakat şimdi tatlıdan çok karizmatikti.
Sağ bacağını sol bacağının üzerine getirdikten sonra kafasını geriye yasladı ve neşeyle kahkaha attı. Yanaklarında oluşan gamzelere bakarken ben de sırıtıyordum. "Emin ol ergenliğimi görmek istemezdin." dedi.
"Ergen bir Namjoon... Sanırım hayal edemiyorum. Her şeye sinirlenen, agresif ve 'kimse beni sevmiyor' diyerek triplere giren bir ergen canlanıyor gözümde."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dreams of hope • kim namjoon ✔
Fanfiction"Sen bir kelebeğe ölümden bahsediyorsun. Eğer kelebek ölümden korksa kanat çırpmak için özgürlüğünü hiçe sayar mı? Bana bak, ruhumun tozlu sayfalarını tırtılken yaktım. Şimdi kelebeğe dönüşüyorum, mürekkep akmış siyah sayfaları yakıp kül ederken ben...