Hızlı olmak.
Çevik olmak.
Güçlü olmak.
Zeki olmak.
Kazanmanın yolu işte bu dördünden geçiyordu. Dördüne sahipseniz özel odalarda duruyor, kutlamalarda kral ile oturuyor ve saygı görüyordunuz. Üçüne ya da ikisine sahipseniz on üç kişinin kaldığı odalarda kalıyor, yemekhanede yemek yiyor ve daha iyisi olana kadar tüm varlığınızı ona adıyordunuz. Birine ya da hiçbirine sahip değilseniz -yani benseniz- insanların arasına karışıyor, onlar egolarını okşarken siz eziliyordunuz.
Bu adaletsiz hayat için ise canınızı veriyordunuz. Belki kral daha iyi olanaklarda yaşasın, tarihe adı geçerken kazandığı topraklar artsın diye. Belki de ailenizi korumak için. Zorla ya da isteyerek geliyor eğitiliyordunuz. Ne için! İşte bugün için.
Zincirlerin birbirine düğüm atılmasıyla oluşan zırhı üzerime geçirdim. Bunun yerine sağlam demirlerden yapılan, her yerimi kaplayan zırhları giymem gerekirdi ama son sınıfsam o kadar da önemli değildi. Eğer iyi savaşamıyorsan yani krala pekte bir faydan yoksa canının da önemi olmuyordu.
Sürekli başını ovuşturan, endişesini baş ağrısı ile geçiştiren arkadaşımın yanına gittim. Omzuna dokunarak ona güven vermeye çalıştım.
'Birkaç hafta sonra burada yine birlikte olacağız tamam mı?'
Gülümsedi ama bu diğerlerinden farklıydı. Yanakları öyle titriyordu ki yalnız olmadığımı görmek özgüvenimi okşuyordu.
'Sence geldiğimizde yukardaki odalardan bir tane verirler mi?'
Bende gülümsedim, tıpkı onun ki gibi. 'Bence iki tane bile verirler.'
Tam olarak bağlamadığım ve aslında hiç fark etmediğim zırhımı düzeltmeye başladı. Belki stresten kurtulmak için, belki de yaşamamı istediği için.
O her şeyimi kontrol edip kendisi ile ilgilenmeye başladığında duvara yaslandım. Avuçlarımı bacaklarıma götürdüm ve teri silmeye başladım. Öyle terliyordum ki duvarda bile iz çıkacağına emindim.
Güzel zırhları ve köz alıcı kılıcıyla içeri giren komutan çıkmamızı söyledi. Komut halinde bağırıyor, cesaretlendirmeye ve düzeni korumaya çalışıyordu. Dışarı çıktığımızda karışan sıradan kaybettiğim arkadaşıma bakınmaya başladım. Ne bir arada topladığı saçlarını görüyor ne de bana seslenişini duyuyordum. Herkes pür dikkat komutanı dinliyor kendilerini hazırlıyordu.
Ben ise kaçmadığım için pişmandım. Belki beni birkaç saat içinde yakalayabilirlerdi ama idam edilmek bundan daha iyi olmalıydı. En azından zamanı belli olurdu. Ansızın gelen, karnıma saplanan kılıçları; şah damarıma giren okları düşünmek beni daha da korkutuyordu. Vücudumdaki bütün ısı aşağı doğru çekiliyordu.
Zamanın gelmesi ile ilerlemeye başladım. Ayaklarımızı yere vurduğumuzda çıkan ses bizi izleyen köylüleri cesaretlendiriyor, bağırıp tezahürat yapmalarına neden oluyordu. Ama kral konuşma yapmak için balkonuna çıkmıyordu, biz savaşa gidiyorduk. O yüzden ne onların özgüvenle dolması ne de tezahürat yapması bizim için önemli değildi.
Surların yanına geldiğimizde demir kapı açılırken bulduğum fırsat ile etrafa bakınmaya başladım. Savaşa gitmenin en kötü yanı ise yalnız olmaktı. Belki arkadaşımla sırt sırta savaşsam salladığım kılıç birine fayda sağlardı.
O sırada aradığım kahve rengi gözler yerine baldan daha çok iştah uyandıran gözler ile karşılaştım. Öyle derin bakıyor, öyle bir korku yansıtıyordu ki işte o zaman aşka inandım. İnsan en fazla bu kadar sevgilisi için üzülebilirdi.
...
Savaşın en önemli kısmı dayanıklı olmaktı. Öyle ki bir haftalık yolu birkaç saatlik uyku dışında dinlenmeden yürümeliydiniz. Tabi ki herkesin atı olsa her şey daha kolay hale gelebilirdi. Anlaşılan benim gibi birkaç saate ölecek birisi için atın vebaline girmeye katlanamamışlardı.
Yine de herkesi yanıltmıştım. Kolum boydan boya kesilmiş olabilirdi ama kılıcım taze kana bulanmıştı. Eğer dönerlerse bana bu sayede söz verdikleri odayı verebilirlerdi.
Yaralarımdan dolayı beni okçuların yanına göndermişlerdi. Onlar pusudayken ben ise yanlarında kıyafetimden kopardığım bez parçası ile yaramı temizliyordum. Kemiğimi görürsem yaşayamazdım o yüzden tanrıya minnetlerimi sundum.
'Birkaç saatte bu hale nasıl geldin?'
Tanımadığım okçuya gülümseyerek cevap verdim. 'Aslında tam ortaya düşmüştüm. Sen bu kılıcı görüyor musun? Oradan zor kurtuldum.' Kana bulanan kılıcımı gösterdim.
Kim bilir arkasında ne hayaller ve ne insanlar bırakan adamın kanı kadını mutlu etti. Bana gururla baktı.
'Kılıç kullanmak oktan daha zor olmalı.'
Onu onaylayarak birkaç mırıltı çıkardım. Yaptığımı zor bulması beni öyle mutlu etmişti ki şuan ölsem bile gülümseyerek ruhumu verirdim.
Birisinin bana böyle bakması epey eskide kalmıştı.
Cebinden çıkarıp bana verdiği epey uzun bezle kolumu sarmaya başladım. Sıkmaya çalışıyordum ama öyle acıyordu ki değdiremiyordum bile. Dişlerimi sıkmaktan kırılmaya yaklaşmış olsa bile sarmayı başardım. Başta ve sonda bıraktığım parçaları birbirine bağlayarak yüz üstü uzandım. Benimle konuşan kadına yaklaşarak hareketlerini izlemeye başladım. Aslında okçular bizim kadar zorlanmıyordu. Boşta kalan adamlara atış yapıyor, güvenli bölgelerinde kalıyorlardı.
Ok ve yay bulabilirsem belki de onlara yardımım olabileceğini düşünürken birden hepsi bağırmaya başladı. Sakin yüzlerini ölüm korkusu kapladı. Sürünerek kaçmaya başladılar ama ben her şeyi onlar epey uzağa saklandıklarında anlamıştım. Aslında okçular epey tehlike ile karşı karşıyaydı. Mesela atılan okları çizik bile almadan geçen ateş topları her yeri kaplıyordu.
Koşmanın en mantıklısı olduğunu anlayıp ayağa kalktığımda bağıran insanları duymazdan geldim. Topların yanı sıra atılan oklardan da kaçmaya çalışıyordum. Öyle tuhaf bir şeydi ki kolumun acısını bile unutmuştum.
Diğerlerine yaklaştığımda onları belli etmemem için atılan taşa takıldım. Oklardan ve ateş saçan toplardan kurtuldum ama yıllarca birlikte kaldığım insanların attığı taşa denk geldim. Onlara yaklaşamadan düştüm ve yokuşta yuvarlanmaya başladım. Her yerim acıyor, koluma değen taşlar yerleri kan kaplamasını sağlıyordu.
Durduğumu hatırlamıyordum ama her yokuşun bir sonu vardı. Ne olduğunu bilmiyordum. O yüzden alev dolu ağaçların arasına düştüğümü varsayıyordum. Kendime geldiğimde ise sanki hala düştüğüm yerdeymiş gibi hiçbir şey göremiyordum. Her şey karanlıktı, tıpkı hayatım gibi.
Belki cenneteydim ama cennettin bembeyaz, huzur dolu olduğunu söylerlerdi. Ben huzurdan ziyade korkuyla doluydum. Cehenneme gidemeyecek kadar ise sevabım vardı. Mesela her hafta başı çocuklara elma dağıtırdım. Bana hep dua ettiklerini söylerlerdi.
Peki bu karanlıkta neydi?
İki kapı arasında mı kalmıştım.
Belki de cennet ve cehennem bile beni istemiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MUT
Fantasy'Gözleriniz yakacak ortalığı, öyle ki asıl kaderin ne olduğunu ancak o zaman anlayacaksınız Lordum!'