Çıkış zili çaldığında kapıda umutsuzca yola bakan mezra öğrencilerinin içinden geçenleri tahmin edebiliyordum. Öğretmenler odasının buğulu camı ardından çok daha dramatik bir görüntü hissetmiştim. Bu film gibi anı bölen yine İsmet oldu. Çocukların yanına koşmuş belli ki beraber yürüyerek gideceğimizi söylüyordu. Bir ara parmağıyla benim olduğum tarafı işaret edince öğrencilerimin umutlu bakışları bana doğru çevrildi. Daha önce hiç hissetmediğim anlardan birini yaşıyordum. Ama vakit daha fazla geç olmadan yola koyulmak gerekti ve öyle de yaptık.
İnanılmaz bir neşeyle yola çıkan bu çocukların arasında birinci sınıftan sekizinci sınıfa kadar değişik yaş grubundan öğrenciler vardı. Ben kendi öğrencilerimle önden yürürken İsmet de küçük olanlarla arkadan geliyordu. Hepsi ayrı bir şeyler anlatmaya çalışıyor, espriler havada uçuşuyordu. Lakin bu sıcak espriler bile zaten soğuk olan havanın rüzgarın etkisiyle daha fazla soğumasına ve tipiye dönüşmesine engel olamamıştı. Çocuklara artık daha dikkatli olmalarını, birbirlerinden ayrılmamalarını tembihleyip arkama baktığımda İsmet’in ve küçüklerin geride kaldıklarını gördüm. Yanımdakileri durdurdum, onlar geldiğinde büyük öğrencilerin yanına birer tane küçük öğrenci verdikten sonra İsmet’e grubun arkasından gelmesini benim de önden gideceğimi söyledim. Tamam manasında kafa sallayan İsmet hemen arkaya yöneldi. O yerine geçer geçmez yürümeye başladık. Artık neredeyse göz gözü görmez haldeydi. Herkes birbirinden tutunmuş güçlükle de olsa ilerlemeye çalışıyorduk. Sanki sonu gelmeyen karanlık bir kabus görüyordum. İçimden keşke okulda kalsaydık diye geçirmemle yüzümde şiddetli bir tokat hissettim. Beni kendime getiren bu tokat rüzgarın havalandırdığı poşetten başka bir şey değildi. Aklım hayal dünyasına tekrar döndüğünde bu sefer daha karamsardı. Önümüze çıkabilecekler bir bir kafamda büyümeye başlamıştı. “Ne olur Allah’ım şu çocukların başına bir şey gelmeden varalım artık mezraya” diye Allah’a yalvarıp sığınmaktan başka bir çarem olmadığını hissettim.
Bir yanım “ Ne işin var bu soğukta salak?” diye beni azarlarken diğer yanım bildiği bütün duaları içinden defalarca okumuştu bile. En önde olmanın dezavantajı gelebilecek bir tehlikeyi ilk göğüsleyen olmak demekti. Kötü tarafım bunu zihnimde tekrarlayıp duruyordu. Hatta o kadar büyütmüştü ki bu korkuyu ilerde bir koyu karaltı bile gösteriyordu bana. Giderek yaklaştığımız bu karaltı beyaz tipinin içinde beni git gide endişelendiriyordu. Aslında benim yerimde İsmet olsa o kadar endişelenmezdi. Korkusuzdu İsmet… Endişelenmeme sebep acaba kendi geleceğim, rahat hayat hayallerim ya da huzur bulduğum ailemi bir daha görememe korkusu muydu? Yoksa peşimize takıp yola koyulduğumuz bu küçücük yavruların bu dağların arasından taşan, kabına sığmayan umutlarının yok olma korkusu muydu? Güzel olmasa da iyi denilebilecek günler görmüştüm bu hayatta. Oysa bu çocuklar daha hiçbir şey görmemişlerdi etrafını çevreleyen dağların ardında yaşattıkları bir yığın hayalleri vardı. Peki ya İsmet? İyi günü bırakın, gün bile görmemişti İsmet…