Bütün çocukları arkamıza alıp yolun kenarında bir kuytuya yerleştik. Hiçbiri dillendirmese de çocukların gözlerindeki neşe yerini endişeye bırakmıştı. Gittikçe beliren karaltılar tam şekillerini almıştı. Uzaklardan gelen başı gözü iyice sarılmış insan siluetleri belirince aklıma gelen üçüncü ihtimal daha baskın hale gelmişti beynimde. Bizi göremeyeceklerini sandığımız bu kuytu yerde sessiz sedasız beklemeye devam ediyorduk. İki ihtimal vardı önümüzde duran; birincisi –ki iyi olanı bu- bizi göremeden geçip gideceklerdi, ikinci ihtimal bizi fark edip sıkıntıya sokacaklardı. Çocuklara dokunmazlardı muhtemelen, onlar da kendi evlatları sayılırdı. Oysa bizim de evladımızdı onlar ama bunu kabul etmiyorlardı. İsmet de şanslıydı bana göre. Vanlıydı İsmet…
Yaklaşan insan siluetlerinin omzunda aslı duran silahlar gözümü iyice korkutmuş. Artık kaçınılmaz sonun yaklaştığını hissetmiştim. Bize yaklaştıklarında bir ikisi bizi fark edip diğerlerine işaret etti. Bulunduğumuz yer doğru yönelen altı kişinin hepsinin de yüzleri sarılı, omuzları silahlıydı. Elleri her an tetiğe gidecekmiş gibi duruyordu ya da ben öyle algılamıştım. Fırtınanın sessizliğini o gruptan biri bozdu:
- Hoca çavani?
Bu iki sözcüğün o fırtınada içime doldurduğu huzuru yıllar önce lisede yatılı okulda kalırken tatil için eve döndüğümde annemin “Hoş geldin oğlum.” sözünde hissetmiştim. Gelenlerin bize zarar verme ihtimali bu sözle beraber kendini sıfırlamıştı. Tehlike gelecek biri “Nasılsın hocam?” diye sormazdı herhalde. Elleri yüzleri sarılı bu adamların bizi karşılamaya çıkan öğrenci velileri olduğunu İsmet soruyu soran adamın ses tonundan anlamıştı. Anlayışlıydı İsmet…