Adamlarla beraber yürümeye başladık. Çocuklar eski neşesine kavuşmuşlardı. Mezraya vardığımızda çocukların aileleri bizi karşılamıştı. Rüzgar hoş beş etmemize müsaade etmiyordu. Bunu fark eden bir ihtiyar herkesi evine buyur etmişti. İsmet’in de benim de bu davete hayır deme gibi bir lüksümüz yoktu. Daha önce pek çok kez bu davetlere katılmıştık. İlk önce bir tabak otlu peynir ve bir tabak köy yoğurduyla beraber delikli çörek (bu ismi ben uydurmuştum) gelirdi. Ardından üstünde dumanı hiç tükenmeyen bardaklarda (tadına çok sonraları alıştığım) kaçak çay gelirdi. Biz aç karnımızı doyurmaya devam ederken bir yandan da bize teşekkürlerini kendince ifade etmeye çalışan ihtiyarı dinliyorduk. Karnımız doyunca gözümüz yola düştü. Rüzgarın kesilmesiyle hava da fırtınanın ardından büyük bir dinginlik içine girmişti. Köylülerle beraber çıktık yola. İçimde tarif edilmez bir keyif ve huzur vardı. Buralarda olmak metropollerin büyük karmaşasından uzakta bu keyfi yaşamak hiçbir şeye değişilmezdi. Bir çocuğun umutlu bakışları arasında yol gösterici olabilmek en değerli hazineydi. Adamlar okulun göründüğü tepeye varınca geri döndüler.
İsmet’le birer sigara yakıp yavaş yavaş okula doğru yürümeye devam ettik. Üç saat önceki havadan hiçbir eser yoktu, bizde de hiçbir üşüme belirtisi kalmamıştı. İsmet birden durdu. Yüzüme bakışında bir gariplik vardı.
- Ne oldu İsmet?
- Ya, sen nasıl bir insansın?
- Ne oldu len hayırdır?
- Hadi ben buralıyım, bu çocuklar benim kardeşim, onları iyi anlıyorum da yola çıktım. Sen ne akla hizmet bizimle düştün yollara?
- Delikli çörek için İsmet, delikli çörek için…
Delikli çöreği severdim ben…