Kahvaltımı sıcak sobanın yanına İsmet’in kurduğu yer sofrasında yapıp ortalığı toparladıktan sonra sıradan bir günün başlangıcı için okul hazırlığımı yaptım. Köyün iki yüz metre yukarısında kalan okula çocuklar çoktan gelmeye başlamış, üşüyen okul binasının yalnızlığını yerle bir etmek istercesine bahçede koşup oynamaya başlamışlardı bile. İsmet bazı konularda benden hep bir adım öndeydi; sofrayı kurmak, sobayı yakmak, okulu açmak… Aslında bu konular benim de işime gelmiyor değildi. İsmet yine benden önce davranmış okulu açmaya gitmişti. Okulun açılmasını çocuklar umursamıyordu bile, benim nefes almaya korktuğum soğuk havanın tadını çıkarıyorlardı. Yakın mezradan servisle gelen çocuklar da gelmiş okul günlük neşesine kavuşmuştu artık. Bu manzara son üç aydır bu ücra köye sempati duymaya başlamamı sağlayan manzara idi.
Sonunda tüm cesaretimi toplayıp adımımı dışarı atmıştım. O ilk adımı attıktan sonrası kolaydı. İlk adımı atabilmek insana zor geliyordu. Burnunun ucunu çıkarsan donacakmış gibi hissetmek burada en sık yaşanan duyguydu sanırım. Ama o ilk adım geldikten sonra üzerinde yalın bir gömlekle bile dışarıda durabiliyordun. İtiraf edeyim ben hiç duramadım gömlekle ama İsmet dururdu. Üşümezdi İsmet, nedense… İlk adım diyordum, daha önceleri pek çok kere değişik ilk adımlar atmaya cesaret etmiştim, daha çok kerelerde cesaret edemediğim ilk adımlar da olmuştu hayatımda. Ama her zaman ilk adımın büyük bir başlangıç için önemli olduğunu küçük yaşlarımda fark edebilecek kadar da kahramandım.
Soğuk havaya karşı giriştiğim bu ilk adım mücadelesini her sabah yaşamak hoşuma gitmeye başlamıştı. İnsan kendiyle mücadele etmenin eşsiz keşmekeşini böyle durumlarda daha iyi hissediyordu. Lojmanın kapısından bu düşüncelerle çıkıp daldım soğuk havanın içine. Ortaya karışık söylenen yemekler kadar lezzetli gelen; öğrencilerimin yer ye Türkçe, yer yer Kürtçe “Günaydın”ları arasında okula atabildim kendimi. Diğer öğretmenler henüz okula teşrif etmemişlerdi. On beş saniyelik mesafeden gelmekte oldukça zorlanıyorlardı haklı olarak (!) Her sabah böyle olmasına alışmıştık. İsmet gelir, okulu açar, çayı demler, çayın kaynamasına yakın ben gelirim, çaydanlığı yoklarım, İsmet’e “Neden hazır değil bu çay?” diye hesap sorarım, o bana gülümser , öğrenci zili çalar, diğer öğretmen arkadaşlar gelir, ben çayları doldururum, içilmeye başlanır, öğretmen zili çalar, bardaklar yarım bırakılır derse gidilir… Her gün akşama kadar bu şekilde sıradan akıp giderdi dakikalar. Nadir de olsa bazı günler bu rutin hayatı bozan olaylar da cereyan eder ki bu ücra köyde hayat yaşanılabilir olsun.