Aynı lojmanı paylaştığım İsmet kalkıp kahvaltı sofrasını çoktan hazırlamış, kendi karnını doyurmuş beni görünce günaydın bile demeden gülmeye başladı.
- Neden gülüyorsun?
- Her sabah edebiyat yapmak zorunda mısın?
- Nasıl yani?
- Odanda söylendiğini duyup kulak misafiri oldum da…
İçimden geçirdiklerimi pek dillendirmem aslında ama bu ücra köye geldikten bir ay sonra böyle bir alışkanlık kazanmıştım. Belki de doğrusu budur, içinde olanı her zaman dışarı yansıtacaksın ki insanlar seni tam manasıyla tanıyabilsin. Keşke bütün insanlar böyle yapsa. İçten pazarlıklı olanlar yalnız kalsa….
Kara, kuru, kavruk yüzüyle bu adam benim sabahları neşe kaynağımdı. Kısa sürede ona alışmış, hayatı boş vermesine neden olan sıkıntılarını bile o söylemeden anlamıştım. Vanlıydı İsmet. Dört erkek çocuklu bir ailenin tek okuyanı, en çilekeşi, en vurdumduymazı, en neşelisi idi. Yaşlı bir annesi vardı, otoriter bir Anadolu kadını, aynı zamanda seyyid torunu olması ona manevi bir ululuk katıyordu. Babasından hiç bahsetmemişti İsmet, orada bulunduğum yıllarda da hiç bahsetmeyecekti. Sadece öldüğünü söylemişti öyle dudağının kenarında bir tebessümle. Bir insan ölüme neden tebessüm eder hiç anlamamıştım. Kendisine meydan okuyan hayattan kurtulduğu için mi yoksa bırakıp gideni sevmediği için mi bilemedim. Babasından hiç bahsetmedi İsmet…