🌺
Nefes al, ver.
Uyu, uyan.
Hayatın gerçek anlamının sadece bunlardan ibaret olduğunu anladığım günden itibaren hayatım var ettiği anlamını yitirmiş yerine boş bir kalıp yerleştirmişti. Bu sadece benim hayatımda mı böyleydi, bilmiyorum. Ama dışarıdan izleyerek gözlemlediğim insanlar beni bu konunun kesinlikle doğru olduğu kanısına ittiriyordu.
"İçinde ne beslersen, hayatta sana onu verir" Bir derginin sayfalarını rastgele karıştırırken gözüme çarpmıştı bu cümle.
Ve benim beynimin içinde giderek büyüttüğüm bir mezarlık vardı.
Çok düşünüyordum. Bunu bazen o kadar abartıyordum ki biri, kafamın içindeki duvarları tırnaklarıyla kazıyordu sanki. Ama sormam gereken şeyler vardı. Bu yüzden düşünmek sorularımın cevabını vermiyor olsa da beynime bu işkenceyi yapmak, boş boş durmaktan daha az acıtıyordu canımı.
Ya da anlamıyordum artık neyin ne kadar canımı yaktığını.
On altı yaşında kimsesiz kaldığınızda ve yanınıza gelenlerden destek bekleyen savunmasız kalbinize, her el bir çivi çaktığında hangisinin daha çok acıttığını sorgulamazdınız. Zamanla acılar o kadar bütünleşirdi ki, en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsi aynı gelirdi bir noktadan sonra. Ben acılarımı kıyaslamayı uzun zaman önce bırakmıştım.
Her şey, ben onları trafik kazasında kaybettiğimi sanarken, aslında ailemin bir dolandırcı olduğunu, şehrin neredeyse hepsini dolandırdıklarını ve bağlı oldukları çeteden çıkmak istemeleri üzerine infaz edildiklerini öğrenmemle başladı.
Sonrası mı? Sonrası koca bir boşluktu. Sanki rüyalarımdaki gibi bir buluta oturmak istemişim de içinden kayıp düşeceğimi unutmuş gibiydim.
Düştüm de zaten.
Tam üç yıl insanların nefretleri, kötü bakışları, hakaretleri üzerimde yaşadım. Çok düştüm ama her düşüşümde haketmediğim tüm bu acıları üzerime yıkan insanlardan intikamımı alacağım günün hayalinin verdiği güçle ayağa kalktım. Bu hikayenin en masumu olarak ödetilen bedellere kafa tutmak istiyordum çünkü. Bu yüzden bazı şeylere dayanmam gerekti. Üzerinde on dokuz yazılı bir mum olan pastaya üflüyor olabileceğim akşamı nefret ettiğim o pis sokakların zihni leş insanlarının ellerini sıkmakla harcadım, sırf o çeteyi bulabilmek adına.
Ailesini kaybedip hayata küstüğünde kimsesizliğiyle kavrulurken, ateşine odun atmaya devam eden insanlardan bile hala özür dilemeye çalışan on altı yaşındaki kız değildim artık. Saçlarımı belime kadar uzatmayı ve bir heves başladığım baleyi bıraktım. Etrafımda eskisi kadar arkadaşım kalmadı, güvenmeyi ve inanmayı da bırakmıştım çoktan. Daha da zayıfladım. Ama vazgeçmedim. Ailemin üzerime bindirdiği yükü ayaklarımın altına koydum. Gururumu, kendi kurallarımı yıktım ve buna değdi. Zor oldu ama iki buçuk ayın sonunda kendime o çeteden bir iş görüşmesi ayarlamayı başarabildim.
Bir planım yoktu. Gerçeği söylemem gerekirse deli gibi de korkuyordum ama bana koca bir üç yıl borçlulardı. Elimde onlara dair babamın çalışma odasında bulduğum defterinde yazılanlar dışında neredeyse hiçbir şey yoktu. Bir kalemim vardı bir de üzerine kocaman intikam yazılı doldurulmayı bekleyen bir defterim.
Telefonumun melodisi kulaklarımı doldurduğunda ekrandaki isme baktım.
Birde Farah vardı. Onun hayatıma girmesi tüm bu felaket senelerim içinde iyi giden tek şeydi. Her şeyi bilmesine rağmen yükü benim üzerime atmayan ve beni yalnız bırakmayan tek kişiydi. Ailemi kaybettikten sonra bir başıma ayakta durmaya çalıştığım dönem tanışmıştık onunla. Yazılım mühendisliği okuyordu. Yirmi yaşındaydı ve normalde yaşı gereği benden bir üst sınıfta olması gerekirken, aldatıldığı eski sevgilisinin ailesinin şirketini hackleyip usulsüz dosyaları yaydığı için ceza aldığında okulunu dondurmak zorunda kalmıştı, bu yüzden hala ikinci sınıftaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SİYAH PETUNYA
Teen FictionGörmeyenlerin çıkmaz sokak sandığı, görmeyi bilenlerin kaçış mabedidir. Ve sen Anka, eşeleyeceksin. Öğrenmek için kazıdığın toprağa bedenini gömeceksin. 15.12.2020~