İnsanların birbirine karışmış bir ip yumağı gibi olduğunu düşünüyordum. Karmakarışıktık, bir yerden tutsanız öbür taraf düğüm olurdu; çözmek zor, anlamak imkansızdı. Ben de bir ip yumağıydım. Karmaşıktım. En basitinden arkadaşlarımın yanında aşırı gevşek bir kişiliğe bürünüyordum. Resmen salaklıkta mastır yapmış gibi davranıyordum. Sürekli gülüyor, kahkaha atıyor, dandik espriler yapıyordum ve kendimi milletin içinde rezil etmekte her gün profesyonelleşiyordum.
Fakat sonra arkadaşlarımın yanından ayrılıp eve geldiğimde ve odama geçtiğimde her şey tam tersine dönüyordu. Kendimle baş başa kalmak korkunçtu benim için. Düşünceler başımın etini yiyordu. Ben de düşüncelerimin içinde boğulmamak için kendimi dizilere veya filmlere veriyordum. Gerçekliğin uydurmaları beni gerçeklikten koruyordu, ne kadar da ironik.
Elimde bereyle boy aynasının karşında durup kendime bakarken kendimi bir şeyler hakkında ikna etmeye çalışıyordum.
Biri hakkında ikna etmeye çalışıyordum.
Derin bir nefes alıp dudağımın kenarından taşan ruju silip arkamda minik bir topuz yaptığım saçıma bakındım. Birazdan Minjun beni almaya gelecekti ve gitmeden önce geçen hafta Mark'tan aldığım bereyi geri verecektim. Onu bir haftadır şirkette hiç görmemiştim, sanırım bu aralar meşguldüler çünkü abim de manyak gibi pratik yapıp stüdyo odalarından çıkmıyordu.
Fakat bugün geldiğini biliyordum. Fırsatı yakalamışken bereyi de vermem gerekirdi diye düşünmüştüm. Bende durmasının bir anlamı yoktu. Faydası da yoktu zaten. Kafamı karıştırmaktan başka bir halta yaramıyordu.
"Çok da güzelsin," diye mırıldandım elimdeki siyah bereye bakarken. Vermek istemiyordum aslında. İlk aldığımda içi mentollü şampuan kokuyordu ve kokusu hâlâ sinmemişti. Taktığım her saniye kalbim manyak gibi atıyordu.
Son kez siyah dar kotumu yukarı çekip aynı renk boğazlı kazağımın belini düzelttim. Ardından üstüne giydiğim krem rengi, pofuduk, kısa ceketi de kontrol edip bir elim omzuma astığım çantamın sapında, diğer elim berede lavabodan çıktım.
Güneş batmıştı, biraz yağmur çiseliyordu. Şirkete geleli henüz birkaç saat olmuştu ve bugünümü meslektaşlarımla ana stüdyolarda geçirmiştim. Program uygulamalarını izleyip biraz çalışmıştım, onun dışında pek bir şey yaptığım yoktu.
Ayağımdaki botlarla sessizce kimsenin olmadığı koridorda ilerlerken aynı zamanda kapılardaki camlardan odalara göz atıp Mark'ı arıyordum.
"Nereye gitti ya..." Kendi kendime mırıldanıp bakınmaya devam ettim. Tüm odalar dolu değildi fakat toplu çalışmaların yapıldığı pratikler bugün çoktu sanırım çünkü her yerde rookieler vardı. Pek tanıdığım söylenemezdi, birkaç kişiyi biliyordum. Shotaro ile selamlaşmamız dışında pek ilişkim yoktu mesela.
Üst kata merdivenlerden çıkıp bakınmaya devam ederken koridorun sonuna doğru bir kapı açılınca adımlarım yavaşladı. Mark'tı. Kahverengi saçlarının üzerine bir cap geçirmişti. Üzerinde beyaz bir tişört ile siyah eşofman altı vardı. Tamamen dışarı çıkıp beklemeden kapıyı kapattı. Beni görmedi; uzaktaydım, zaten onun rotası da benim zıt tarafıma doğruydu çünkü arkasını dönüp benden giderek uzaklaşarak koridora saptı ve gözden kayboldu.
Peşinden gitmek yerine ilerleyip az önce çıktığı odaya doğru yol aldım. Küçük camdan bakınca içerisinin boş olduğunu görüp girmeye karar verdim.
Diğerlerinden daha küçük olan odanın perdeleri kapalıydı ve müzik aletlerinin üzerindeki sarı ışık haricinde içerisi karanlıktı. Yerde Mark'ın olduğunu düşündüğüm siyah bir sırt çantası, kenara atılmış bir mont, kahverengi akustik gitarı ve açık bir şekilde duran yazılarla dolu bir defter ile kalemi vardı. Bakışlarım önce tamamen ayna kaplı olan karşıdaki duvardan yansımama, sonra da kapıya döndü. Birazdan Mark gelirdi, içeride beklesem bir şey olmazdı sanırım. Burada neden yalnız takıldığını merak ediyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Far From Any Road
Fanfictionbazı şeyleri bir kere sevdiğiniz zaman sonsuza kadar sizin olurlar. © dububaoziㅣmark lee all rights reserved kitap kapağı ㅡ Lorbeer Design