Kollarımı bedenime sarmış, kocaman bej yorganımın altında gözlerim boşluğa bakarken yatıyor, sessiz sessiz nefes alıyordum. Arada gözlerime yaşlar doluyor ve yanaklarımdan ağır ağır akıyorlar, sonra yok oluyorlardı, sanki hiç gelmemişler gibi.
Kafamda çok şey vardı. Kazanova gibiydi, düşüncelerimin dizili olduğu iplik birbirine dolanmış düğüm olmuştu. Sanki acayip bir fırtına kopuyor, şimşekler çakıyordu ama o gürültüye rağmen sessiz sessiz ağlıyordum. Kendimde değildim, kalbim hayatımda ikinci defa böyle kırılıyordu. İlk kırığımı babam ve annemin boşanma kararında almıştım, tabii ki bu acıyla o acı boy ölçüşemezdi fakat yine de acıtıyordu.
Tek anladığım şey de buydu zaten; sevgi, acıtıyordu.
Odamın kapısı hafifçe tıklandığında kendimde cevap verecek gücü bulamadım. Zaten cevabımı alamasa da kapıyı açıp başını yüzünde hafif bir gülümsemeyle açan annem beni benden iyi tanıyordu. "Kızım? Hadi gel öğlen yemeği ye biraz. Kahvaltı da etmedin daha..."
"Aç değilim," dedim kısılmış sesimle. Sonra uyuma numarası yaparak gözlerimi kapattım.
Dün akşam, Mark beni sözlü olarak reddetmese de reddedildiğimde şirketten çıkıp biraz soğuk havada yürümüş, sonra taksiye atlayarak eve gitmiştim. Ağlayan suratımdan dolayı annem ve babam dışarıda yemek yeme planımızı iptal etmişti. Tüm geceyi yatağımın altında geçirmiştim ben de. Annem yanıma gelip ağzımdan laf almaya çalıştıysa da anlatmamıştım. Zaten anlatsaydım daha kötü olurdum.
Sabah da kendi kendime uyanmıştım ama uyanmış gibi hissetmiyordum hiç. Telefonumu kontrol etmiş, Bora'dan gelen mesajları görmezden gelip Mark'tan bir şey var mı diye bakınmıştım fakat yoktu. Hiçbir şey yazmamıştı.
Çok büyük bir hata yapmıştım. Bu sefer gerçekten batırmıştım her şeyi. Çok erkendi. Çok, çok erkendi; belki de asla yapmamam gerekiyordu zaten. O Mark Lee'ydi. Harika bir insan, harika bir idoldü, yetenekliydi, yakışıklıydı; onu herkes severdi, benim de onu herkes gibi sevmem gerekiyordu ama ben daha fazla sevmek gibi bir aptallık yapmıştım.
Bir daha nasıl yüzüne bakacaktım ki?
Yarım saat önce annem beni yemeğe çağırdığından beri açılmayan odamın kapısı sanki polisler baskına gelmiş gibi şiddetle açılıp arkadaki duvara çarptığında oraya ses çıkarmadan döndüm. İçeriye giren arkadaşım Bora da elleri belinde bana döndü. "Bu ne hal böyle be? Niye açmıyorsun aramalarımı ekmek kafalı!"
"Hastayım," dedim kısılmış sesimle. Sonra kafamı eski pozisyonuna getirip gözlerimi kapattım.
Fakat Bora pes edecek gibi değildi. Pes etmezdi. Ben üzgün olduğumda asla vazgeçmezdi benden; onu bu yüzden seviyordum zaten, benden ne olursa olsun umudunu kesmeyen tek kişiydi.
Gözlerimi açtığımda göz göze geldik. Bana bir süre bakıp, "Hasta falan değilsin sen," dedi ve üzerindeki mavi şişme montu ile siyah çantasını hızlıca çıkarıp yere attı, ardından odamın kapısını ayağıyla sertçe kapatıp yanıma yürüdü. "Kalk kalk kalk, vallahi alırım terliği elime. Çık bakayım şu yorgan topunun içinden. Tavuklu dürüm müsün sen, bu ne hal ya?"
Fakat bir şey yapmadım. Zaten bir şey yapmama gerek kalmadan Bora yorganımı çektiği gibi hepsini alıp yere atıverdi. Üzerimde yalnızca siyah iç çamaşırlarım olduğu için ani ısı değişikliğiyle üşüdüm ve cenin pozisyonunu aldım. O sırada yarı çıplak bedenimi gören Bora ağzından, "Hiiii!" diye bir şaşkınlık nidası çıkardı. "Seo, aşk böceğim, sen erimişsin. Kaburga kemiklerine bak..." Yanıma gelip yatağıma oturdu ve sağ elini uzatıp yüzüme düşen kısa tutamları arkaya doğru ittirdi. "Ne yapıyorsun kendine böyle? Niye yapıyorsun? Aşk kaç beden giyiyor ki? Yapma gözünü seveyim..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Far From Any Road
Fanfictionbazı şeyleri bir kere sevdiğiniz zaman sonsuza kadar sizin olurlar. © dububaoziㅣmark lee all rights reserved kitap kapağı ㅡ Lorbeer Design