11 : bazı şeyleri bir kere sevdiğiniz zaman sonsuza kadar sizin olurlar

1.2K 195 148
                                    

Arabayla gezdikten bir süre sonra abim yemek yemek istediğine kesin olarak karar verip rotayı değiştirdi ve arabayı Gangnam'ın köşe sokaklarına doğru bir yerde benzinliğe çekti. Yoonoh benzinlikten yakıt alacağını, bizim yan taraftaki McDonalds'a doğru gitmemizi söyledikten sonra Mark ile oyalanmadan arabadan indik. Arabanın içi sıcak olduğu için dışarı çıkınca birden bire üşüdüm ve yüzümü montumun boyun kısmına gömdüm. 

Cidden soğuktu; evet, ben zaten hep üşürdüm falan ama arabaya binmeden önce hava gayet iyiydi. Üç saniyede kulaklarım buz tutmuştu resmen. Yakında Buz Devri'ndeki Sid gibi burun deliklerimden buz sarkıtlarının sarkması çok olasıydı.

Mark ile sessizce yürümeye başlarken sağımdaki şahısın bana döndüğünü göz ucuyla gördüm. Ben de bakışlarını üzerimden çekmediği için ona döndüm. Çoğu zaman yüzünde yer edinmiş olan o bilindik şaşkın ifadesiyle bana bakarken, "Saçlarını kurutmadın mı?" diye sordu. Araba karanlık olduğu için bunu daha önceden fark edememişti tabii. Bakışlarım yüzüne sabitlenirken yay kaşlarının havalandığını gördüm, uçuşa geçiyorlardı yine. Mark mırıldanarak devam etti. "Hava buz gibi."

Kısa kesmek istediğim için yalnızca, "Kurutmadım," diye mırıldanıp önüme döndüm. Karanlıkta, iki yanımızda da çimenlerin olduğu taş yolda McDonalds'a ilerlerken dışarıdaki masaları işaret ettim ve burnumu çektim. "Şuraya oturalım mı?"

Mark yüzünü buruşturdu ve ellerini üzerindeki siyah montun ceplerine koymadan önce omzundaki çantasını düzeltti. "İçeri oturalım, kafan ıslak farkında mısın?"

Söylediği şeye gözlerimi devirdim. "Bir şey olmaz bana. Biraz hava almak istiyorum."

Derin bir nefes verdi ama bir şey demeden isteğimi yerine getirerek dışardaki masalara benimle beraber yürüdü. Yürürken yakındık, ikimizin elleri de ceplerimizde olduğu için arada dirseklerimiz birbirine değiyordu. İlk başta biraz daha uzaktan yürümeyi düşünmüştüm ama Mark uzaklaşmadığı için ben de uzaklaşmamıştım.

Ayrıca elimde olmadan aramızdaki boy farkına baktım. Boyu kaçtı bilmiyordum ama benim 160 santimetrelik bedenim onunkinin yanında oldukça minyatür duruyordu. Çenesine erişiyor olmalıydım, emin değildim.

Sarılmak için ideal boy işte, dedi içimdeki küçük ses sırıtarak. Onu dinlememeyi seçip başımı iki yana salladım ve yürümeye odaklandım. Çok geçmeden ahşap masalara gelmiştik zaten. En kenardakine ilerledik ve dört sandalyeli dikdörtgen masada karşı karşıya oturduk. 

"Aç olmadığına emin misin?" Sırtındaki çantayı çıkarıp solundaki sandalyeye koyarken konuşan Mark'a baktım. O da yuvarlak gözleriyle bana baktı. Başımı iki yana salladım. "Eminim. Sen yemek alacaksan git al."

"Kahve alacaktım. İstiyor musun?"

Başımı yine iki yana salladım. Bir şey demeden yanına koyduğu çantasından cüzdanını alıp ayaklandı. Tam gidecekken durdu, bana döndü ve saçlarıma baktı, ardından yeniden çantasını karıştırmaya başladı. Birkaç saniye sonra da içinden çıkarttığı şeyi bana uzattı. "Al."

Siyah bir bereydi. Bir an için almamayı düşündüm ama kafam gerçekten üşüyordu ve beyin felci diye bir şey varsa onu geçirmeme son 5 dakika kalmıştı. O yüzden elimi cebimden çıkarıp uzattığı bereyi aldım ve gözlerine baktım. Bana bakıyorlardı, içimde bir şeylerin kıpırdadığını hissettim. "Sağ ol."

"Sende kalsın," diye mırıldandı ve cevap vermeme fırsat bırakmadan ilerlemeye başladı. Giderek uzaklaşıp binanın içine girerken öylece onu izledim.

Elim kalbimin olduğu yere gitti istemsizce. Atışları hızlanmıştı. Ardından Mark giderken başıma geçirdiğim bereye dokundum. Sende kalsın mı? Niye böyle bir şey demişti ki? O ne demekti? Şimdilik mi bende kalacaktı yoksa tamamen mi bana vermişti? Geri getirmem gerekiyor muydu?

Far From Any RoadHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin