Ben, Doh Kyungsoo, huzurlarınızda mükemmel bir yalancı olduğumu itiraf ediyorum.
Yalancılığımı hayatımın amacı değil de, hep kurtulamadığım bir yetenek gibi görmüşümdür. Her şey ödevlerle ilgili yalan söylememle başladı. Timsah gözyaşları ve diğer yöntemlerle öğretmenleri ev ödevimi köpeğimin yediğine ciddi ciddi ikna edebildiğimi gördüm. Sonraki adım, ailem hakkında yalan söylemek oldu. Örneğin babam ben yedi yaşındayken hapishaneye giren aylak bir hırsız değil de uluslararası bir iş insanıydı. Sonunda işi hemen her şeyle ilgili yalan söylemeye kadar vardırdım.
Fakat her ne kadar mükemmel bir yalancı olsam da, yalanlar son zamanlarda hayatımı pek mükemmelleştirmedi. O yüzden, lütfen kayıtlara geçsin: Bu kez gerçekleri anlatıyorum.
Her şeyi.
Ne var ne yoksa.
Bunu yapmak beni mahvediyor olsa da.
En çok kötü geçen günlerde yalan söylerim ve cep telefonumun -polifonik zil sesli şu antika, kaba saba, faturasız hatlı tuğla gibi olanlardan- altı yıllık kullanımdan sonra artık çalışmamaya karar verdiği o cuma da epey kötü bir gündü.
Gece bir ara huzur içinde sessizce hayata gözlerini yummuş ve beni her sabah beşte çalan alarmımdan mahrum bırakmıştı. Sehun'un telefonu -elbette şu şık, pahalı akıllı telefonlardan- epey gerçekçi bir itfaiye arabası sireniyle çalmaya başladığında uykumdan uyandım.Kalbim göğüs kafesimden çıkacakmış gibi çarparak yerimden fırlamıştım ama en iyi arkadaşım uyumayı sürdürüyordu.
"Sehun." Onu dürttüm. "Sehun, sustursana şunu."
Homurdanıp diğer yanına döndü. Siren sesi acı acı çalarken, telefonunda tuşlara bastı. En sonunda ses kesildi.
"Tanrı aşkına, insan neden bu sesle uyanmak ister, bana söyler misin?" diye sordum.
"Beni uyandırabilecek en yüksek sesli alarm bu."
"Bunda pek başarılı olduğu söylenemez."
Derken bir anda Sehun'un bu berbat alarmının ne amaçla kurulduğunu hatırladım. Ondan önce ben uyanmalıydım. Saat altıda annesi ve babası uyanmadan hazırlanıp evden sıvışmalıydım. Fakat telefonum çalışmamıştı, saat altı on beşi gösteriyordu ve ben, açık konuşmak gerekirse, ayvayı yemiştim.
Ben odada eşyalarımı toplarken, Sehun'un yatağının altına gizlediğim ve içinde kırışık kıyafetlerimin olduğu spor çantamı çekerken,Sehun, "Neden bizimkilere dün gece burada uyuyakaldığını söylemiyorsun?" diye sordu.
"Çünkü o zaman annem merak etmesin diye arayıp nerede olduğumu söyleyecekler," dedim. "Bu da bir sürü başka soruyu tetikleyecek, o yüzden gerek yok."
"Annemle babama annenin seni evden kovduğunu neden söylemediğini hâlâ anlayamıyorum."
Sehun yataktan çıktı, uykudan kalkmasına ve fizik kurallarına karşın mükemmel görünen saçını elleriyle taramaya koyuldu. O sabahın köründe bile baş döndürücü görünen nadir insan grubuna aitti. Bunun için ondan nefret etsem yeriydi; tabii onu bu kadar çok sevmeseydim.
"Durum o kadar basit değil, tamam mı?" dedim.
"Eh, umarım annenle aranız bir an önce düzelir," dedi Sehun, "çünkü burada kalman çok hoşuma gitse de, işler biraz fazla karmaşıklaşmaya başladı."
"Bir de bana sor."
Birazdan pencereden iki kat aşağıya atla yacak kişi kendisi değildi. Koridordan Bay Oh'un oraya buraya yürüdüğünü, işe gitmek için hazırlandığım duyabiliyordum. İşte şimdi, dişlerimi fırçalayamadan ve baş döndürücü güzellikteki doğal kokumu gidermek için azıcık bile deodorant sıkamadan, evden firar etmeliydim.