Sehun horlamaya başlayıncaya kadar uyuyormuş gibi yaptım. Bu kadar yakışıklı birinin böylesine dehşet verici bir gürültü çıkarabilmesi inanılmazdı. Horlaması normal sesinin yaklaşık on katı daha gürdü ve gırtlağından geliyordu. Sehun genellikle ağzından nefes almazdı fakat geceleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildi.
Tanrım.
Küçükken beni bir türlü uyutmazdı. Onun evinde yatıya kaldığımızda bütün geceyi tavana bakarak geçirirdim. En sonunda geceleri Sehun'un bedenine giren iblise öylesine alıştım ki kulağıma ritmik, boğuk bir ninni gibi gelmeye başladı. Fakat bu gece öyle olmadı. Bu gece gözüme uyku girmiyordu.
Yatakta yavaşça kayıp Sehun'un üstünden geçtim. Horlamaya devam ediyordu. Bir kere başladı mı, ertesi gün biri onu sarsıp uyandırana dek böyle devam ederdi. Kulağının yanında top patlasa uyanmazdı. Yine de parmak uçlarımda masasına doğru ilerledim. Dizüstü bilgisayarını alıp kapıdan süzüldüm ve koridordan geçtim.
Oh ailesinin evi şaka gibiydi. Üç katlıydı, devasa banyoları, kocaman elbise dolapları vardı; hatta Kris'in odasında bir balkon bile vardı. Fakat bu evde benim en sevdiğim oda oyun odasıydı. Koridorda Sehun'un odasının ilerisindeydi ve bütün gençlerin hayallerini süsleyen türde bir odaydı. İçeride bir bilardo masası, kocaman pofuduk koltuklar vardı ve bunlara bir de Sehun'un on yedinci doğum gününde eski moda bir tilt makinesi eklenmişti.
Fakat bu odanın en iyi yanı, insanların burada olduğumu hiçbir zaman anlayamamasıydı. Oh ailesinin evinde birkaç partiye gittiğim olmuştu; bunları genellikle Kris ünversiteden ziyarete geldiği zamanlar veriyordu ve anlaşılan hiç kimse bu odanın yerini bulamıyordu. Böylece bu rası yaygaracı gençlerden biraz uzaklaşmak veya bilirsiniz, biriyle öpüşmek istediğinizde mükemmel bir sığınak görevi görüyordu.
Ben ve Sehun dışında hiç kimse oyun odasına gelmezdi. Bazen ödevimiz olmadığında orada takılırdık. Ben tek başıma bilardo oynarken, Sehun da tilt makinesinde art arda oyun kazanırdı. Fakat bu akşam burada tek başımaydım. Bilardo oynama modunda değildim, böylece koltuklardan birine gömüldüm ve Sehun'un dizüstü bilgisayarım açtım. İngilizce dersi için bir ödev yazmanı gerekiyordu ve hazır uykusuzluk da varken ona başlayayım dedim.
Tam yeni bir Word belgesi açmıştım ki, mailden bildirim sesi duydum ve donakaldım. Sonra bir başka bir bildirim seai daha yüksek çıkmıştı. İnternet penceresinin açık olduğunu bile fark etmemiştim, ama ona tıkladığımda postada birinin sohbet başlattığını gürdüm.
Bu kişi Kim Jongin'di.
Jongin: Şu anda okulda en sevilen kişi olmadığımı biliyorum ama o e-postaya hiç gerek yoktu.
Jongin: Sana açılmak istedim, arkadaşınla beraber (bunu yalnız yapmadığını biliyorum) benimle dalga geçmeniz çok ayıp.
Utanç duygusu adeta mideme kramp girmesine yol açarken, yerime iyice gömüldüm. Jongin'e berbat davranmış olmak umurumda bile değildi fakat Sehun'un bu işte parmağı olduğunu düşünmesinden nefret etmiştim. Yani tabii ki parmağı vardı fakat bunu isteyerek yapmamıştı, ikimiz de o e-postayı gerçekten göndermek istememiştik. İç geçirip Sehun'a, Jongin'den özür dileyeceğimi söylediğim için yazmaya başladım.
BEN: Biliyorum. Özür dilerim. Bir an kendimizi kaybettik. Mazeret değil, biliyorum ama berbat bir gün geçirdim ve sinirimi senden çıkardım. O e-postayı gerçekten göndermeyi düşünmemiştik bile. Özür dilerim.
Bir saniye sonra cevap yazdı.
Jongin: Özrünü kabul ediyorum ve teşekkür ediyorum.