6. Bölüm

49 9 2
                                    

Kumların arasında yürüyorum, hava gerçekten çok sıcak ve şuan suratımın kızardığına eminim. Sırtımdan bahsetmiyorum bile. Üstümdeki kıyafet beni güneşin ışıklarından koruyor, hatta serinletiyordu. Ama suyum azdı ve yaklaştıkça yol daha da uzuyordu. Bir kilometrelik yolum yoktu, olsa olsa 1 buçuk kilometrelik yolum vardı aslında. Bunu yürüdükçe anlamıştım.

Yürüyorum, yürüyorum ama bitmiyor. Gece daha rahat yol alabilirim. Tabi uyurken canım arkadaşlarımdan biri bana rastlayıp beni öldürmezse.

Bir ağaç bile yoktu ve güneş cidden sıcaktı. Şu testten kurtulunca ilk işim banyo yapmak olacaktı.

Çantamı ortaya koydum ve yayımı ona dayadım. Üstüne de örtümü örttüğümde çadır gibi olmuştu.

İçine girip uzandım, güneş ışıklarını biraz olsun engelliyordu ve bu benim için iyi bir şeydi. Gözlerimi kapatıp uyumaya çalıştım. Örtünün kenarını kıvırıp devasa şehir e baktım. Bizim binalarımızdan daha da büyük ama özensiz, ıssız terk edilmiş pis şehre.  Çığlık duyduğum şehre. Kimsenin yaşamadığı şehre. Neden böyle bir yere getirilmiştik ki? Kimse yaşamıyor, bu koca şehirde sadece birbirimizle karşılaşabilirsek birbirimizi öldürebiliriz. Karşılaşmadığım sürece kimseyi öldüremem. Önümdeki kimsesiz şehri seçmelerinin nedeni su olmaması olabilirdi. Ve yemek. Çünkü kimse yok.

Yada var mıydı?

*

Hafif yürüme sesleriyle uyandım. Telaşla örtünün altından çıkıp etrafıma bakındım. Gece olmuştu, kimse yoktu. Sokak lambası yoktu, ama şehirde kesik kesik olduğunu görebiliyorum. Etrafımda kimse yok ve etrafı biraz olsun aydınlatan tek şey ay ve yıldızlar.

Oklarımı, sonrada çantamı sırtıma takıp yayımı elime aldım. Fırtına vardı. Gökyüzünde ufak çaplı bir şimşek çaktı. Bulutlardan bir gümbürtü ile birlikte gök gürültüsü duyuldu. Fırtına sabahki sıcaklıktan sonra rahatlatmıştı fakat gözlerimin içine kum girmesine sebep veriyordu. Gözlerimi kısıp ilerlerken bir ışık patlaması benden 20 metre ötede gerçekleşti. Ve bir adamın bağırma sesini duydum. Yıldırım düşmüştü ve o kadar mesafe olmasına rağmen saçlarımın çoğunun yandığından eminim. Gökyüzü daha çok şimşekler çaktırırken yağmur yağmaya başladı. Yıldırımın düştüğü adama doğru giderken çantadan içinde su bulunan şeyi çıkarıp kapağını açtım. Yağmur öyle şiddetlendi ki sırılsıklam bir hale geldim. Su şişesi hemen doldu. Biraz içip tekrar doldurdum ve kapağını kapatıp çantaya koydum.

Adamın yanına vardığımda ıslak kum yanmıştı ve 1 metre derinliğinde geniş bir delik açılmıştı. Adama baktığımda bu görüntüyü unutamayacağımı kavradım. Gözleri açıktı ama yanmıştı, vücudu kapkaraydı yada karanlıktan dolayı böyle görüyordum. Kıyafetleri hep yanmıştı, derisinin çoğu soyulmuştu ve kanlar akıyordu. Daha fazla bakmayıp yoluma devam ettim. Yaklaşık yarım saat sonra -ki zaman kavramımı yitirmediysem yarım saat geçmiş gibi gelmişti.- şehre neredeyse varmıştım. Ama artık yürüyemiyordum. Yağmur buraya kadar durmuştu. Yere yayılacaktım ki yukarıda bir şimşek çaktı. Fırtına arttı. Ve yağmur deli gibi yağmaya başladı. Islak kumda koşmanın verdiği hızla tökezliyordum. Şehire 20 metre civarı kalmıştı. Şehre gelmiştim ama en yakın binaya 20 metre vardı. Sağ tarafımda uzaklarda yere yıldırım düşünce çığlık atıp kulaklarımı tıkadım. Hemen sağ tarafımda – aramızda 10 metre falan vardı- bir yıldırım düşünce sola doğru savruldum. Ayağa hızla kalkıp binaya koşmaya başladım. İleride devrilmiş bir binaya bakarken gireceğim binanın tepesine yıldırım düştü. Camlar aşağıya savrulurken elimi başıma götürdüm. Gök gürültüleri arasında binaya en sonunda girdim. Nefes nefese kalmış bir biçimde emekleyerek geri geri gittim. Benden başkaları da çölde olabilir miydi? Yıldırımın düştüğü kişi teste giren birisi olabilir miydi? Ağlamaya başlıyorum ve dizlerimi kendime çekiyorum. Uyumam gerekiyor, uyumalıyım…

*

Uyanıyorum ve uyandığımda güneş yeni yeni doğmaya başlıyor. Binadan çıkıyorum, etrafta dün hiçbir şey olmamış gibi döküntüler yok. Ama sonradan fark ediyorum, aslında döküntüler hala yerinde fakat önceden de böyle döküntülüydü, bu yüzden anlaşılmıyordu. Tabi şu dün gece kafamı yarma tehlikesi olan yerdeki kırık camlar dışında.

Boş sokakta yürümeye başlıyorum. Her yer cidden boş, fazla sessiz. Karşıma biri çıkar çıkmaz o kişiyi öldürmem gerekiyor. Bomboş bir şehir de. Kocaman boş bir şehirde 13 kişi. Birbirimizi bulmamız ve karşılaşmamız ihtimali ne kadar düşük olabilir ki zaten? (!).

Yavaş yavaş yürüyorum ve yerdeki dallar çatırdıyor. Bu bana nöbetçilere yakalanma tehlikem olduğu ve göz isteyen tuhaf insanları hatırlatıyor. Ah, birde o mesele var tabi.

Binalara dikkatlice bakarken aynı zamanda da sırtımdan ok çıkarıyorum ki bir sesle duruyorum.

Hırıltı sesi gibi.

Adımlarımı ağırlaştırıyorum ve yavaş yavaş yürümeye başlıyorum. Konuşma sesleri yaklaşıyor.

“Ben hasta olmayan insanların olduğu yere gittim!”

“Bende! Birlikte gittik!” sesler cidden tanıdık geliyordu. Boğuk, hırıltılı, vahşi bir hayvan gibi.

“Biz hasta mıyız ki?” ardından  boğuk bir kahkaha.

“Karnım aç.”

“Benim de.”

“Benim tok.”

“Nasıl tok? Bizden gizli bir şey mi yedin?” çok yavaş ve ağır ağır konuşuyorlardı ve bu çok…sinir bozucu! Bu kişiler teste tabi tutulan kişiler olmalıydılar.

“Şey…Ben.. Ahhhğğ!” adamın konuşması kulakları tırmalayan bir çığlıkla bölündü. Kafamı köşeden uzattığımda 3 kişi gördüm fakat… iki kişi birini yiyorlardı. Kusacağımı hissettiğimde hemen kafamı çevirdim. Testtekiler açlıktan birbirlerini mi yemeye başlamışlardı? Suratlarını da görememiştim zaten!

Kafamı bir daha çeviriyorum. İki kişinin elindeki adamın suratı ortaya çıkıyor. Gözleri kapalı ama… burnu yok. Burnu kaş yerine kadar yok, et yok. Kemik gözüküyor. Yanağının bir kısmı koparılmış. Saçlarının bazı yerlerinde yanıklar var, ama genellikle kel. Kulağı hafiften kopmak üsere gibi yırtılmış ve iki kişi onun karnına gömülmüş yiyorlardı. Bir tanesi kafasını ağır hareketlerle geriye doğru çevirdi ve beni gördü. Şoktan çıkamamış olmanın nedeniyle kendimi saklamam gerektiğini bilincim geç fark etmişti.

“Ahh, orada çok güzel biri var!”

“Gözleri de çok güzel!”

 Elini olmayan gözüne götürdü.

“Arkadaş gelmiş. bende.." biraz duraksadı. konuşmaktan yorulmuş gibiydi.

"Eksik bir şey varda, verirsen dost olabiliriz, bizden korkmana gerek yok."

Ayağa kalkmışlardı ve bana doğru geliyorlardı. Suratlarının korkunçluğu yetmiyormuş gibi kambur, tökezleyerek ve bir ayağını sürüyerek geliyorlardı. Konuşurken duraksıyordu ve sesi cidden hayvan gibiydi, ağır ağır konuşuyordu. Ama bu kibarlığın kötü bir sonu vardı.

Diğeri de kafasını bana çevirdiğinde neredeyse gözlerim yuvalarından çıkacaktı. Artık sesin sahibini tanıyordum ve kesinlikle teste tabi tutulan kişilerden birisi değildi.

"Bana gözünü verir misin tatlı kız?"

 +5 sınır koymak istiyorum. bakalım bir sonraki bölümü merak ediyor musunuz diye, bu bölümlük bir şey :D

Sizi seviyoruum

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Feb 03, 2015 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

HAYATTA KALHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin