-elli iki gün önce-
Herkes gittikten sonra; Albay'ın annesi harap olmuş bir arabayla ortaya çıktıktan ve Albay devasa kamp çantasını arka koltuğa atıp, "Veda etmeyi pek beceremem. Bir hafta sonra görüşürüz. Benim yapmayacağım bir şey yapma." dedikten sonra; yeşil bir limuzin, babası Lara'yı almaya geldikten sonra; ben Hoseok'u bırakmak için havaalanına doğru rahatsız edici, "kokuşmuş frenlere ihtiyacımız yok" mantığındaki bir araba gezisinde Jungkook'a katıldıktan sonra ve kampüs, hiçbir kapının çarpılmadığı, müziğin çalınmadığı, kimsenin gülmediği ve kimsenin bağırmadığı tüyler ürpertici bir sessizliğe büründükten sonra; tüm bunlardan sonra:
Futbol sahasına ulaştık ve Jungkook beni sahanın kenarına, ormanın başladığı uca götürdü; göle fırlatılmak için götürülürken attığım adımları takip ediyordum. Dolunayın altında. Jungkook'un gölgesi yere düşüyordu; gölgesinde belinden kalçasına doğru inen o keskin kıvrımı görebilirdiniz. Bir süre sonra durup, "Kaz." dedi.
Ben de, "Kazayım mı?" dedim, "Kaz," dedi ve kısa bir süre böyle devam ettik; sonra dizlerimin üstüne çöküp ormanın kıyısındaki yumuşak, kara toprağı kazdım; çok derine inmeden önce parmaklarım camı eşelemeye başladı ve bir şişe pembe şarabı dışarı çıkarana kadar camın etrafım kazdım; şarabın adı Strawberrv Hill'di.
Onun tadı az miktarda akçaağaç şurubu karıştırılmış sirke gibi olmasaydı çilek gibi olabileceği için bu ad verilmişti.
"Sahte bir kimliğim var,' dedi, "ama berbat. Yani içki dükkanına her gidişimde, bundan on şişe ve Albay için de biraz votka almaya çalışıyorum. Böylece işe yararsa bir dönemi karşılamış oluyorum Ondan sonra Albay'a votkasını veriyorum ve o da nereye koyuyorsa oraya koyuyor, ben de kendiminkini alıp gömüyorum."
"Çünkü sen bir korsansın," dedim.
"Aynen, kaptan. Kesinlikle. Gerçi şarap tüketimi bu dönem biraz arttı, bu yüzden yarın bir gezi yapmamız gerekecek. Bu son şişe." Kapağı açtı, mantar yoktu. Bir yudum aldı ve bana uzattı. "Bu gece Kartal'ı takma," dedi. "Herkesin gitmiş olmasına sevinmiştir. Muhtemelen bir aydır ilk defa mastürbasyon yapıyordur."
Şişeyi boynundan tutarken kısa bir anlığına tereddüt etmiştim fakat Jungkook'a güvenmek istiyordum ve öyle de yaptım. Küçük bir yudum aldım ve yutar yutmaz, vücudumun keskin şurubu reddettiğini hissettim. Yemek borumdan geçerken sertçe yutkundum... İşte, evet, başarmıştım. Kampüste içki içiyordum.
Böylece futbol sahası ile ormanın arasındaki çimenlerde uzandık, şişeyi birbirimize verip ürpertici şaraptan yudum almak için başlarımızı yukarı kaldırıyorduk. Listede belirttiği gibi, Jungkook Kurt Vonnegut'un Kedi Beşiği kitabını getirmişti. Kitabı yüksek sesle bana okudu; yumuşak sesi, kurbağaların vraklamalarına ve çekirgelerin yere yumuşakça indikleri zaman çıkardıkları seslere karışıyordu. Sözcüklerini, sesinin ahengini duyduğum kadar duymuyordum. Kitabı daha önce birçok defa okuduğu belliydi ve bu yüzden kusursuz ve kendine güvenerek okuyordu; okuyuşundan gülümseyişini duyabiliyordum ve bu gülümsemenin sesi, belki tüm kitapları Jeon Jungkook okusaydı onları daha çok sevebilirdim, diye düşünmeme neden oldu. Bir süre sonra kitabı indirdi, aramızda duran şişeyle kendimi sarhoş değilse de sıcaklamış hissediyordum; gögsüm şişeye değiyordu, onun göğsü de şişeye değiyordu ama göğüslerimiz birbirine değmiyordu ve sonra Jungkook elini bacağıma koydu.
Eli dizimin hemen üstündeydi, avcu kot pantolonumun üzerinde düz ve yumuşaktı ve işaret parmağı, bacağımın iç taraflarına doğru sürünen yavaş, ağır daireler çiziyordu ve aramızda bir kat varken.. Tanrım, onu istiyordum. Orada, uzun, durgun çimenlerin arasında, yıldızlarla mest olmuş gökyüzünün altında uzanıp onun ritmik nefes alıp verişinin neredeyse duyulamayacak kadar kısık sesini, kurbağaların, çekirgelerin ve uzaktaki otobanda sonsuz bir şekilde yol alan arabaların uzaktan gelen seslerini dinlerken, o iki küçük kelimeyi söylemek için iyi bir zaman olabilir, diye düşündüm. O yıldızlı geceyi izlerken, kendimi o kelimeleri söylemek için cesaretlendirdim, kendimi onun da aynı şeyleri hissettiğini, bacağımdaki canlı ve hayat dolu elinin öylesine orada durmasından fazlası olduğuna ikna ettim; Namjoon'un da Lara'nın da canı cehenneme çünkü Jeon Jungkook, seni seviyorum ve bundan başka hiçbir şeyin önemi yok... Dudaklarım konuşmak üzere ayrıldı, daha ben tek kelime edemeden, "Labirent, ne ölüm ne de yaşam," dedi.
"Hımm, peki. Peki ne?"
"Acı çekmek," dedi. "Yanlış olanı yapmak ve başına yanlış şeylerin gelmesi. Sorun bu. Yazar acıdan bahsediyordu, yaşamaktan ya da ölmekten değil. Acılar labirentinden nasıl çıkarsın?"
"Sorun ne?" diye sordum. Ve elinin eksikliğini hissettim. "Sorun yok. Ama her zaman acı çekmek var, Tıknaz. Ödev veya sıtma veya yanında yakışıklı bir çocuk uzanırken uzakta yaşayan bir erkek arkadaşa sahip olmak. Acı çekmek evrenseldir. Tüm Budistlerin, Hristiyanların ve Müslümanların endişelendikleri tek şey bu."
Ona döndüm. "Ah, o zaman belki de Dr. Hyde'ın dersi sadece saçmalık değildir." İkimiz de yan yatarken gülümsedi, burunlarımız neredeyse birbirine değiyordu, hiç kırpmadığım gözlerim onun üzerindeydi, yüzü şaraptan kızarmıştı, ağzımı tekrar açtım fakat bu sefer konuşmak için değildi, küçük, şekilli dudaklarının bu iğrenç şarapla kirlendiğindeki tadını öğrenmek içindi; yukarı uzandı, parmağını dudaklarıma koydu. "Şişşt. Her şeyi mahvetme."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
the great perhaps // taekook
Fanfiction"if people were rain, I was drizzle and he was hurricane." - Looking For Alaska uyarlamasıdır.