-yüz yirmi iki gün önce-
Culver Creek'teki ilk haftanın son dersinin ardından, 43 numaraları odaya girip beklenmedik bir manzarayla karşılaştım. Küçücük ve üstsüz Albay, bir ütü masasının üzerine eğilmiş, yakası düğmeli, pembe bir gömleğe saldırıyordu. Büyük bir coşkuyla ütü yaparken alnından ve göğsünden aşağı ter süzülüyordu.
"Bir randevum var." diye açıkladı. "Acil bir durum." Soluklanmak için durdu. "Nasıl ütü yapıldığını," nefes aldı, "biliyor musun?"
Pembe gömleğe yaklaştım. Gençliğini güneş banyosuyla geçirmiş yaşlı bir kadın gibi buruşmuştu. Keşke Albay her eşyasını berbat etmeseydi ve dolabının çekmecelerine rastgele tıkıştırmasaydı. "Sanırım sadece çalıştırıp gömleğe bastırıyorsun, değil mi?" dedim. "Bilmiyorum. Bir ütümüz olduğunu bile bilmiyordum."
"Yok. Bu Hoseok'un. Ama Hoseok da nasıl ütü yapılacağını bilmiyor. Ve Jungkook'a sorduğumda, 'Her şeyini bana yaptıramazsın' diye bağırmaya başladı. Ah, Tanrım, sigara içmem lazım. Sigara içmem lazım ama Yoongi'nin annesiyle babasını gördüğümden pis kokamam. Tamam, salla gitsin. Duş açıkken banyoda sigara içeceğiz. Duşta buhar var. Buhar kırışıklıkları yok eder, değil mi?"
"Bu arada," dedi, ben onu banyoya doğru takip ederken, "eğer gün içinde sigara içmek istersen, sadece duşu aç. Duman havalandırmaya kadar buharı takip eder."
Bilimsel olarak hiçbir anlamı olmamasına rağmen, işe yarıyor gibi görünüyordu. Duştaki su basıncı eksikliği ve alçak duş başlığı bir duman perdesi olarak mükemmel çalışıyordu.
Maalesef ütü olarak korkunçtu. Albay, gömleği bir kez daha ütülemeyi denedi ("Sadece çok sert bastırıp işe yarıyor mu ona bakacağım.") ve sonunda gömleği kırışık halde giydi. Gömleği küçük, pembe flamingolardan oluşan yatay çizgilerle bezeli, mavi bir kravatla eşleştirdi.
"Rezil babamın bana öğrettiği tek şey," dedi Albay, elleri çabucak kravatı kusursuz bir düğüm haline getirirken, "kravatın nasıl bağlanacağıydı. Ki bu çok garip çünkü kravat takmak zorunda kaldığı bir anı hayal edemiyorum."
Hemen sonra, Yoongi kapıyı çaldı. Onu daha önce bir iki defa görmüştüm ama Albay beni hiç tanıştırmamıştı ve o geceye kadar fırsat da olmamıştı.
"Ah. Tanrım. En azından gömleğini ütüleyemez miydin?" diye sordu, Albay ütü masasının önünde duruyor olsa da, "Anne ve babamla dışarı çıkıyoruz." Mavi yazlık takımının içinde bir film yıldızı gibi görünüyordu.
"Bak, elimden geleni yaptım. Hepimizin ütü yaptıracak hizmetçileri yok."
"Jimin, alınganlığın seni daha kısa gösteriyor."
"Tanrım, kavga etmeden kapıdan çıkamaz mıyız?"
"Sadece söylüyorum. Bu opera. Annemle babam için önemli bir mesele. Her neyse. Hadi gidelim."
Gitmem gerektiğini hissettim ama banyoya saklanmak aptalca göründü ve Yoongi kapı eşiğinde duruyordu. Bir eli kapıya dayalıydı ve diğeri de arabasının anahtarlarıyla, hadi gidelim, dermiş gibi oynuyordu.
"Smokin giysem bile annenle baban benden nefret ederdi!" diye bağırdı Albay.
"Bu benim suçum değil! Onları kışkırtıyorsun!" Arabanın anahtarımı Albay'a doğru tuttu. "Bak, ya şimdi gidiyoruz ya da gitmiyoruz."
"Siktir et. Seninle hiçbir yere gitmiyorum." dedi Albay.
"İyi. İyi geceler." Yoongi kapıyı o kadar sert çarptı ki büyükçe bir Tolstoy biyografisi kitaplığımdan düştü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
the great perhaps // taekook
Fanfiction"if people were rain, I was drizzle and he was hurricane." - Looking For Alaska uyarlamasıdır.