knock knock

69 9 2
                                    

-kırk dört gün önce-

"Coosa Liquors'ın işletme modeli, reşit olmayanlara sigara ve yetişkinlere alkol satmak üzerine kuruludur.'' Jungkook arabayı sürerken endişe verici bir sıklıkla bana bakıyordu, özellikle de okulun güneyindeki dar, engebeli bir yolda az önce bahsedilen Coosa Liquors'a doğru giden virajı alırken. Cumartesi günüydü, gerçek tatilimizin son günü. "Tek istediğin sigaraysa bu harika. Ama bize içki lazım. Ve içki için kimlik istiyorlar. Benim kimliğimse patlıyor. Ama flört ederek bir yolunu bulacağım." Aniden ve sinyal vermeden sola dönerek, iki tarafında tarlalar olan dik bir yokuştan aşağı inen bir yola çıktı; hızlanırken direksiyonu sıkıca kavradı ve fren yapmak için yokuşun sonuna yani son ana kadar bekledi. Orada, artık benzin satmayan bir benzin istasyonu duruyordu, çatısına solmuş bir tabela çakılmıştı: COOSA UQUORS: SPIRITUEL* İHTİYAÇLARINIZI KARŞILIYORUZ.

(İngilizcede spirit kelimesi aynı zamanda "içki" anlamına da gelmekledir.)

Jungkook tek başına içeri girip beş dakika sonra bize yasak olan mallarla dolu iki kese kâğıdı taşıyarak kapıdan çıktı: üç karton sigara, beş şişe şarap ve Albay için beşte bir votka. Eve dönerken Jungkook, "Tak tak şakalarını sever misin?" dedi.

"Tak tak şakaları mı?" diye sordum.

"Şey gibi mi Tak tak... "

"Kim o?" diye cevapladı Jungkook.

"Kim."

"Kim Kim?"

"Nesin sen, papağan mı?" diye bitirdim. Rezillik.

"Çok zekiceydi," dedi Jungkook. "Bir tane de bende var. Başla..."

"Tamam. Tak tak."

"Kim o?" dedi Jungkook.

Boş gözlerle ona baktım. Yaklaşık bir dakika sonra ne yapmaya çalıştığını anladım ve bir kahkaha attım.

"Annem bunu bana altı yaşındayken yapmıştı. Hâlâ komik."

Bu yüzden, tam Edebiyat final ödevime son rötuşları atarken, hıçkırarak 43 numaralı odaya geldiğinde daha fazla şaşıramazdım. Koltuğa oturdu, her nefes alıp verişi, inilti ve çığlıktan oluşan bir karışımdı.

"Üzgünüm," dedi iç çekerek. Çenesinden sümük akıyordu.

"Sorun ne?" diye sordum. SEHPA'dan bir peçete alıp yüzünü sildi.

"Ben..." diye başladı, ardından tsunami gibi bir hıçkırık geldi; ağlaması o kadar yüksek sesli ve çocuksuydu ki beni korkuttu; ayağa kalktım, yanına oturdum ve kolumu ona sardım. Öbür tarafa dönüp başını koltuğun köpüğüne bastırdı. "Neden her şeyde çuvalladığımı anlamıyorum," dedi.

"Ne, Paul da olduğu gibi mi? Belki de sadece korkmuşsundur."

"Korkmuş olmak iyi bir sebep değil!" diye bağırdı koltuğa doğru. "Korkmuş olmak, herkesin sürekli kullandığı bir bahane!" "Herkes"in kim olduğunu veya "sürekli"nin ne zaman olduğunu bilmiyordum ve onun belirsizliklerini ne kadar anlamaya çalışırsam çalışayım, sinsiliği gitgide sinir bozucu bir hal alıyordu.

"Neden buna şimdi üzülüyorsun?"

"Yalnızca o değil. Her şey. Ama arabada Albay'a anlattım." Burnunu çekti ama hıçkırıklarla işi bitmiş gibi görünüyordu. "Sen arkada uyurken. Ve bana eşek şakaları sırasında beni asla gözünün önünden ayırmayacağını söyledi. Kendi başımayken bana güvenemezmiş. Onu suçlamıyorum da. Ben bile kendime güvenmiyorum."

the great perhaps // taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin