song; cem adrian' akşam olurmultideki şarkıyı, ne zaman fernweh'e bölüm yazsam dinlerim, sizde dinleyiniz :') iyi okumalar🍀
***
Şu hayatta, neyin cezasını çektiğimi, neden kaybettiğimi, neden sevdiklerimi erken yaşta yitirip, bilmediğim, tanımadığım ve bir türlü benimseyemediğim vatanlara göçtüğümü, zorluklarla, sınavlarla ve vazgeçişlerle çevrelenmiş hayatı yaşadığımı, yanılgılara uğradığımı, çokça sustuğumu, belki de işime geldiği için susup, kelimelerimi bir çok kişiden sakladığımı sorgulamamıştım. Boyun eğmek kavramının sadece bedenselini işlememiştim kendime, ruhen de çoğu şeyi görmemezlikten gelmeye çalışmış, ya da vazgeçerek ümidimi yitirmiş, en kötüsü ve çaresizidir; kabullenmiştim. Hayata boyun eğmek için gelmiş gibiydim, beni yaratan tanrıya bile hesap soramıyordum, neden yaşadım bu hayatı ve neden olmadığım bir insan gibi davrandım diye sormayarak geçirdim zamanlarımı, bunu yaptım ve korkak gibi, sahtekara layık bir oyunculukla üstünü bahanelerle örttüm. Yüzbaşıyım dedim beni tanımak isteyenlere -beni tanımayacaklarını, bunun basit bir unvanla sağlanamayacağını elbet biliyordum- yanına, General Stevan'ın manevi oğlu' unvanını koyarak. Benim ismim aslında buydu, beni tanıyan, veyahut tanımak isteyen bu unvan için tanıyordu, General Stevan'ın manevi de olsa oğlu buymuş. Bu şekilde, basit ve ehemmiyetsiz bir kalıpla tanımaya çalışıyorlardı beni. Tanıdıktan sonra ise, General Stevan ne iyi bakmış ona, ne de iyi yetiştirmiş, üstelik öz oğlu bile değil! diye söyleyerek, beni görmemezlikten gelip, adeta sanki ben ve benim kişilik özelliklerim yokmuş gibi, sanki bana bunu veren babam Stevan'mış gibi onu över, onu göğe çıkarırlardı. Ona ait bir oyuncağı tanırmış gibi, oyuncağı tanırken bile bahsi geçen asıl kişi oyuncak değilde, onun sahibiymiş gibi. Sahibi olmayan sahibi, öz olmayan. Evet öz değilim, öz olamazdım. İsterlerse onlarca kalıplar koysunlar adıma, binlerce unvana sığdırsınlar beni, ben ne bu şehre, ne bu ömrümü feda ettiğim mesleğe, sonradan edindiğim aileme, geldiğim toprağa, gideceğim toprağa, manevi babamın bana kalan, bana yapışan saygınlığına öz değildim.Öz değildim, öz ve hür olmadığımın geç farkına varmıyorum, hep bilincindeydim. Lakin neden, şimdi onu kollarıma sararken ve kokusunu ciğerlerime çekip, cennetine sokulurken, bu düşünceyi, bu gerçekliği sanki yeni fark ediyor, farkına varıp bir de şaşırıyordum. Nasıl olur da, Jeongguk, benim ömürlerini harcadığım, dil uzatmadığım, leke getirmediğim, kendimi kilitlediğim, kendimi bu uğurda değiştirmeye çalıştığım unvanlarımdan daha öz hissettirirdi? Nasıl küçük bir kalp, beyaz bir ten ve inci gözler inandığım her yalandan, her şeyden, kendimden bile daha öz gelirdi kendime? Varlığın farkına varabilmek bu muydu yoksa? Var olmak başkasıyla, daha temiz, daha mağrur bir ruhla yeniden doğmak bu kadar şaşkına çevirebilir miydi insanı? Kendimi çok kaptırıyordum sanırım. Ama çok güzeldi Jeongguk, nefeslerini halen duyuyorum. O gece beraber uyurken, gözlerim aylar sonra huzurla kapanmış, bedenim kuş kadar hafiflemiş, ne kendimi yorgun, hasta ruhlu ve ezikbüzük hissetmiş, ne de uykusuz kalmıştım. O gece özümü bulmuştum, eksiklerini tamamlamış, eski püskü basit bir yapboz parçasıydım. Tamamlanmış, yıpransa dahi artık dökülmeyen sağlam bir yapboz parçası gibi hissediyordum. Asırlık bir kağıt parçası gibi, eskiyen fakat, yırtık parçasını nihayet bulduğu için sevinen. Mesuttum, yıllar boyunca özünü bulamayan ruhumu parça parça içimde taşıyıp dursam dahi huzurluydum. Şayet parçaları topluydu ruhumun, huzurumu o parçaların birleşmesine bağlıyordum. Öyle sıkı bağlıyordum ki, uçurtmamın ipleri kadar sağlam ipleri sıkıca sarmış, bu uğurda ellerimi kanatmayı bile göze almıştım.
Özünü bulan kağıt parçası kanayıncaya denk, bir daha parçalanmasına izin vermeyecektim.
Kanımın son damlasına kadar kanamayı göze almıştım, zoruma gitmezdi bu. Hoşuma gitmeyen asıl şey bulduğum özümü -ki öyle kolay da bulamadım, gerektiğinde kaçtım, yok sayıp, saklandım da bu özden- kaybetmem, hiç varolmamış gibi yoluma devam etmemdi. Etmeye çalışmam desem daha cazip gelir, şayet yol dediğimiz şeyi tek başına yürümek kadar boş bir uğraş yok. Yolu yalnız yürüyen insan, ne yoldan anlar ne de gideceği yeri bulur. Kaybolur, kaybolmayı istemiyordum. Şimdi özümü Jeongguk'la bulmuşken, kendimi de onunla beraber kaybetmek, yolu tek başına yürümek, sol bacağını kaybeden bir asker gibi, ızdırap içinde geçmeyecek, sürekli uzuyacak olan o yolu, tek başıma çaresizce yürümek istemiyordum. Kaybetmek istemiyorum, kaybedersem eğer büsbütün kaybederdim. ölürdüm, nefes alarak ve ölümün gerçeğini bekleyerek uzun uzun ölürdüm. Eğer yeni bulduğum, bana şimdi huzur veren ve bahtiyar hissettiren özü kaybedersem, yaşamayı kaybederdim. yaşamayı kaybedersem de, artık yaşamak ne bilmez ve ernihayetinde yaşamak istemezdim. Bu vahim sonu silmek veyahut, yok edip toprağa gömme şansım, gücüm olsaydı hemen yerine getirir, içinde bulunduğum şaşkınlığımın ardında duran; kahramansal iç güdülerimi, korumacı hislerimi daha da derinleştirirdim, belki de korumama gerek veren o boğucu sondan kurtulurdum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Fernweh | jikook
FanfictionO kanlı savaşın ortasında vurdu beni kurşunlar, gözleri bildim; kaç yürek burkuldu içimde, kaç kez o inci gôzlere yenildim. 12\9\20 25\3\21 (angst değildir!)