Ocak 1968Düşünceleri yapraktan hafif, hisleri bir çığın katlanarak derinleşmesi gibi ağır. İçinde bir yerlerde, göğsüne baskı yapan hislerinin altında bir ukde hissediyordu. Yarım kalmış hissediyordu. Koskoca bir okyanusun içindeymiş de, boğulmadan yüzüyormuş gibi. Oysaki onun hiçliğe benzer sevgisiyle boğulduğunu hissetmişti hep. Onun gökten düşen kar tanelerinin rengi olan beyaz masumluğunda huzur bulsa da, beyazların içindeki saklanan karanlığından şüphe duyuyordu.
Önce işaret parmağına değen ardından elini kaldırınca avucuna doğru süzülen suyu izlerken, kirpiklerine değen kar tanelerine karşı gökyüzüne kaldırdı başını. Havanın soğuk olmasını dert etmiyordu. Üstündeki boynuna sarılan atkıyı biraz gevşettikten sonra pantolonunu ıslatmak uğruna yere oturdu ve getirdiği çiçekleri, betonun üstünde elini gezdirdikten sonra, koydu.
Onu buraya, ait olduğu yere nakledilebilmek için oldukça fazla uğraşması, uğraşmaları gerekmişti. Taşın üstüne elini değdirince buz gibi mermer içinin ürpermesine sebep olmuştu, aldırmadan yine de elini koydu. Konuşmak içinden gelmese de, bugünün bir bakıma, buraya geldiğinden beri, diğer günlerden farklı olduğunu biliyordu.
Boğazını hafifçe temizlerken bir an için korkakça geri mühürledi dudaklarında ne diyecekse. Ardından derin bir nefes alınca cesaretinin arttığını hissetti. Taşın üstünde yazan kelimelere baktı. İfadesiz bir şekilde dururken, kalbinin parçalandığını tekrar tekrar hissedebiliyordu. Acısının dinmesini bekledi, geçmeyeceğini bildiğinden sadece bir an için sönmesini istemişti. Tâ evin içinden, açık mutfak kapısından dışarıya kadar gelen şöminenin çatırdama seslerini işitti.
"Ne yapmalıyım küçük?" Sesi kendisine dahi uzaktı, bir yabancıydı. "Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum."
Biliyorsun, diye söylendi içinden bir ses.
Belki de içten içe hissedebiliyordu, ne yapmak istediğini. Uzak kalmanın iyi bir fikir olacağını düşünmüştü. Bu kadar yanılmış mıydı gerçekten?
Adımlarını içeriye yönlendirmeden hemen önce uzun bir kez daha baktı, kardeşinin mezarına. Çünkü eğer kararından emin ise, bir daha ne zaman görebileceğini kestiremiyordu. Uzun bir süre diyebilirdi. Upuzun bir süre.
"Emin misin Hannibal?"
"Eminim..." Kelimelerini seçmek için çabalarken çatık kaşlarıyla ve üzgün ifadesiyle ona bakan teyzesine dikti bakışlarını. "Burada kendimi hiçbir zaman, evimdeymiş gibi hissetmedim. Ne küçükken, ne geldiğimden beri. Hiçbir zaman burası benim, bizim tam olarak yuvamız olmamıştı."
"Ya buradaki işin ne olacak?"
"Her yerde iş bulabilme ihtimalim ve imkanım var." Ardından söyleceği şeyleri kafasında tarttı fakat dudaklarından çıkarken durdurmak istememişti. "Ayrıca orayı sevdiğim söylenebilir. Alışkanlık olmuş bir nevi."
"Seviyorsun öyle mi? Ne zamandan beri?"
Will ile tanıştığımdan beri, diye geçirdi içinden bir ses. Aklına gelmesiyle, kalbinin atışının değiştiğini hissetti. Uzun bir süredir ismi dudaklarında şekil almamıştı.
"Peki öyleyse." Ses tonundaki endişeyi seçer gibiydi, biraz da kızgınlık vardı fakat Hannibal bir şey daha yakalamıştı. Bir bakıma rahatlama. Hannibal'ın buradan gitmesi belki onları daha rahat bir konuma sokabilirdi. Artık Misha da yoktu...Düşünmemeyi seçti. Düşünmemeliydi. Yeterince düşünerek kendine acı çektirdiği zamanlar olmuştu.
Teyzesi ile yakın değillerdi. Neredeyse üç sene olacaktı, lakin yakın olacak kadar zamanlarını birlikte geçirmemişlerdi. Hannibal çoğunlukla işe gidiyor, işten geldiğinde ise zamanının çoğunu ya odasında ya da kardeşinin yanında geçiriyordu.
Para sıkıntısı yaşadıkları ilk yılında, savaşa gitmeyi düşünmüştü. O an için çok berbat bir fikir gibi gelmemişti. O vakitten sonra ise, tüm zamanını sağlık kitapları okuyarak geçirmişti. Sonradan anladığı ve çözdüğü yeteneğiyle ise sıhhiyeci olmak adına fakat daha çok işleri öğrenmek için çalışmaya başlamıştı. Sonrasındaki iki yılı ise hastane, savaş çadırları ve ev arasında gidip gelmişti.
Hayatıyla ilgili ne yapacağına karar vermiş gibi gözükse de, kalbindeki o boşluğu dolduramadığını anlaması uzun sürmemişti.
Bazen sevgi, gökyüzündeki ayı izlemek kadar basitti, bazen ise etrafındaki tüm yıldızları saymak kadar zordu.
Başının içinde bir kanser tümörü misali büyüyordu. Tüm yaşanmış ve yaşanmaya yüz tutan ancak zamanları yetmemiş o anıları.
Unutamamanın bu kadar çıldırtıcı ve kahredici olduğunu bilmezdi. Her yerde her zaman onunla birlikte olduğunu bilmek, dayanılmaz bir acıya sebep oluyordu. Kalabalıkta gelişigüzel söylenmiş bir söz bile tüm gün onu düşünmesine sebep olabiliyordu.
Günün kalabalıklığından kurtulup, nihayet yalnız kaldığını hissettiğinde ise, kalbi onu dinlemeyip, sesini kulaklarında çınlatıyordu. Az olan anılarını, çoğunlukla da kötü olan yaşanmışlıklarını, en küçük noktasına kadar hatırlarken buluyordu kendisini.
Sanki unutmaya ne kadar çok çabalarsa, Will'in ona son bakışı daha sık aklına geliyor oluyordu. Son kez olduğu bilmeden ve de ilk kez sarıldıklarında, dokunuşunun değdiği yerlerin nasıl yaktığını hatırlatıyordu zihni ona.
Ayrılmadan aylar önce, isminin yazılı olduğu mektubu aldı ve yapması gereken şeyi yaptı. Artık ne yapmak istediğini, ne olmak istediğini biliyordu.
Lakin aylarca, hiçbir ses çıkmayınca, belki de kalbinin sesini dinlemeliydi diye düşündü. Özlemi dayanılmazdı. Dayanmak istediğini de sanmıyordu. En azından, orada mutlu bir şekilde yaşayabileceğini düşünüyordu. Mischa orayı seviyordu. Sevmişti. Mischa Will'i de sevmişti.
Bir söz vermişti. Eninde sonunda geri döneceğine dair bir söz. Tutması gerekiyordu. Ne olursa olsun, sözünü tutacak, ona geri dönecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
flawed icarus | hannigram au
Fanfiction"Ne olursa olsun, bana geri dön." "Beni kimse ve hiçbir şey senden ayıramaz."