Geceyi geçirmek için kaldığımız apartmanın kapısının önündeki basamakların en tepesinde otururken bacak bacak üstüne atmıştım. Changbin battaniye getirmek için içeri gitmişti. Herkes uyuyordu ama beni yine uyku tutmayınca biraz sohbet etmeye karar vermiştik.
Bahar geliyordu ancak havalar hâlâ serindi. Şu an gece olduğu için biraz daha soğuktu.
Boş caddeye ve camları kırılıp asfalta dökülen market ile mağazalarda gözlerimi gezdirdim. Bu evrene geçtiğimizden beri düzenli bir yer görmemiştik. Her yer böyle yağmalanmış ve parçalanmıştı. Gerçekten insanları ve düzenlerini özleyeceğimi hiç düşünmezdim. Benim gibi dağınıklığı seven biri bile bıkmıştı.
Sokağın başında fark ettiğim hareketlilik ile başımı hızla o tarafa çevirdim. İki adam, ellerinde silah vardı, buraya geliyordu. Uzun süredir yoldaydık, sanırım 12 gün olmuştu ve bu süre boyunca Minho'nun konuştuğu hayvanlardan başka bir canlıya rastlamamıştık. Asker olmadıkları silahlarını tutuşlarından belliydi. Üstlerindeki kıyafetler eskiydi ve yer yer sökülmüştü.
Yanıma gelmelerini tepki vermeden izledim. Aramızda birkaç adım kalana kadar yürümüş, sonra durmuşlardı. Bir tanesi bana bir şeyler söyledi ama dilini anlamadığım için boş boş bakmaya devam ettim. Israrla konuşmaya devam edince omuz silkerek elimi salladım ve gitmelerini işaret ettim. Hiç uğraşamazdım şu an. Uykuya ihtiyacım olduğu ve sürekli yolda olduğumuz için yorgun düşmüştüm.
Tepkim onları sinirlendirdi. Konuşmayan adam hışımla üzerime yürüyüp saçlarıma uzandığında duvara çarpmış gibi geriye savruldu. Hemen ardından Changbin apartmandan çıkmış ve battaniyeyi omuzlarıma bırakmıştı. Sonra da karşımızdaki adamları yok sayarak yanıma oturdu ve kolunu omzuma atıp beni göğsüne çekti. Isındığım için mayışmış ve biraz daha ona sırnaşmıştım.
Bu sırada neye uğradıklarını şaşıran adamlar bir süre şaşkın şaşkın bize bakmış ve tekrar saldırmaya kalkmıştı. Her seferinde Changbin'in etrafımıza koyduğu kalkana çarparak bize yaklaşamasalar da pes etmek yerine iyice sinirlenmişlerdi.
"Isındın mı biraz?" diye sordu Changbin yumuşak bir sesle. Onaylayan mırıltılar çıkarırken gözlerim adamların üstündeydi. Şu an bizim için sinekten farkları yoktu, rahatsız ediyorlardı. Changbin aklına bir şey gelmiş gibi omzumdaki kolunu çekip ayağa kalktı. "Tuvalete gitmem lazım, iki dakika idare et şunları."
Başımı sağladığımda içeri girmişti. Adamlar bize yaklaşamayacaklarını düşündükleri için kalkanın diğer tarafına geçmek çabalamayı bıraktı ve giden Changbin'e baktılar. Bakışları bana dönünce elimle gitmelerini işaret ettim tekrar. Pes ederek uzaklaşmaya başladıklarında gözlerimi devirip battaniyeye biraz daha sarılmıştım. Boşu boşuna kendilerini yormuşlardı.
Changbin tekrar dışarı çıktıktan sonra yanıma oturdu. "Ne yaptın adamlara? Bu kadar kısa sürede öldürüp gömemezsin." dedi şakayla.
Gülerek, "Sence gömerek kendimi yorar mıyım? Gitmelerini işaret ettim, pes edip gittiler." demiştim.
"Kesin yemeğimizi istiyorlardı." dedi ve yanağıma dudaklarını bastırdı.
•••
Maha Cumhuriyeti'ne, toplamda 25 gün süren yolculuğumuzun sonunda ulaşmıştık. Chan iyileşmişti. Felix ayağa kalkıp dolaşabiliyor ve eskisi kadar uyumuyordu ama hâlâ rengi bembeyazdı, henüz tam anlamıyla kendine gelememişti. Jeongin ise günün büyük bir kısmını uyuyarak geçiriyor ve uyanık olduğu zamanlarda da bize şımarıyor, bebek gibi mızmızlanıyordu. Birkaç aya hem Felix'in hem de Jeongin'in bir şeyi kalmayacaktı.
Arkamızdan gelen çatırdama sesiyle herkes o tarafa bakmıştı. Ben de omzumun üzerinden baktığımda yanımızda gezdirdiğimiz doktor yere yığıldı, Seungmin de hemen başındaydı. Ona baktığımızı anlayınca ellerini silkeyerek, "Boyun kırmak çok zevkli, size de öneririm." demişti. Doktor artık işimize yaramayacağı için ondan kurtulmak en iyi çözümdü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Chronosaurus | Changbin
Fanfiction[Ne kadar üzgünsen o kadar mutluyum. Ne kadar incindiysen o kadar eğlendim.] Ülkenin her yerinde, neredeyse her duvarda benim ismimi görebilirsiniz. Beni arıyor ve bulmaya çalışıyorlar fakat doğruca gözlerine baksam bile beni göremiyorlar. Ben kim m...