Telefona gelen bildirim sesiyle ellerimi yanan harlanmış küçük ısıtıcının önünden çekmem bir oldu. Cebimdeki telefonu çıkarıp ekranını açtım. Mesaj Annemdendi
-Parayı yolladım daha da beni arama.
Gözlerimi istemsizce devirip acıyla, alay arasında bir yerde buldum gülümsemeyi. En azından zorluk çıkaracak kadar kötü biri değildi. Her ne kadar ilişkimiz paraya dayalıda olsa yalnız başıma yıkık bir evde büyümek zorunda kalmış olsam da babam gibi her şeyden kaçmamış, hayatla savaşmıştı.
Ayağa kalkıp silkindim, ne düşündüğümün farkında bile değildim, içimdeki rüzgâr beni anlamsız düşüncelere sürüklüyordu. Annem ve babam, ikisi de dünyayı tüketmek için yaşıyorlardı. Yıllar içinde ellerine geçen tek başarı ise, duygulardan arındırılmış ruhlarında, bana karşı besledikleri nefretlerini kontrol manyaklığına evirmeleri ve kızlarını kontrol etmeleri ile böbürlenmeleriydi. Küçük bir kız çocuğunun çığlıklarına kulak asmamak nasıl bir caniliktir, iyi anlamıştım. Yıllarca çekirdek bir ailem olsun istedim, tek de olsa beni sevebilecek bir insan, korunup kollanmak, sevilmek istedim diğer çocuklar gibi. Yılların yüküyle öne eğilmiş başımı kaldıracak kimsem yoktu. Bende geceye sığındım. Bu lanet durumun suçluları annem ve babamdan başkası değildi. Bu konuda kendimi avutmaya çalışmam acizlikten öteye gidemezdi.
Önümdeki küçük ısıtıcı birden dikkatimi çekti. Sıcaklığını tenimde hissediyordum. Tam yanı başına çökecektim ki neden hala orda olduğunu asla anlamadığım çalışmayan eski küçük televizyonun yanı başındaki masa saatinin rakamlarına daldım. Saat 03.30'du ne çabuk geçmişti zaman. Öyle ya 3 saat sonra hava aydınlanacaktı. Ayakkabılarımı giyip üstüme kapüşonlu ceketimi ve beraberinde montumu geçirip vasattan hallice kıyafetlerimle evimden dışarı çıktım. Kafamı kaldırıp önce karanlığın yuttuğu gökyüzüne baktım, çok garip hissettirdi bana, sanki birkaç saat sonra beyaz bulutlarla dolu masmavi bir gökyüzü olmayacakmış, bu karanlık daima hükmünü devam ettirecekmiş gibi tutunuyordu gökyüzüne. Benim gibiydi geceler; yalnız, ıssız, kimsesiz. Sanki sadece o bana kucak açıyordu, sarmalıyordu sevgiye muhtaç ruhumu.
Yoluma devam ederken içimden geçen tek his kafamın içinde dönen anlamsız konuşmalardı. Kafamda kocaman bir tiyatro sahnesi canlanıyordu ama oyuncusuzdu, sadece seyirci sesleri geliyordu, yönetmen yoktu, bir prodüksiyon dahi yoktu, sadece sahne ve seyirciler. Sanki sahnenin arka planında küçük bir kız çocuğu gösterisini yapmak için cesaret topluyordu. Seyirciler düşüncelerim, sahne ise hayatımdı, baş başaydılar ama orda bile ben yoktum.
Küçükken de kıvrak zekalı ve etrafımda yaşanan olayların farkına hızlıca varabilen bir kızdım. Babam cennette değil başka bir evrende bizi terk etmiş, annemse iş seyahatinde değil, yeni zengin kocasının benim varlığımdan haberi olmasın diye beni evden alıp yıkıntı yeşil bir müstakil eve bırakmıştı. Eve sürekli birileri uğruyor, kıyafet, yemek, temizlik gibi işleri halledip gidiyordu. Hayatım bu tekdüzelikten ibaretken kaç sene yaşadım bilmem ama tek bildiğim yalnızlıktan boğulduğumdu. Kimsem yoktu. Ne kadar istediğimi yapabilecek derecede özgürsem, içimdeki asla geçmeyecek acılarla yaşayacak kadarda tutsaktım. Bu evde yaşadığım süre boyunca hiç okul yüzü görmedim. Okuma yazmayı bile eve uğrayan öğretmenler öğretti bana. Birkaç temel eğitimden sonra onlarda burada yapayalnız bırakmışlardı beni.
En iyi yaptığım aktivite geceleri gezintiye çıkmaktı. Gecenin karanlığı kafamın karanlığıyla anlaşıyor ve kafamdaki kavgadan kalan sis bulutunun dağılmasıyla bir süre de olsa aklım huzura eriyordu. Elimden gelen tek aktiviteyi yapmak üzere karşıdan karşıya geçiyordum, gece dolayısıyla yollar bomboştu, huzurluydu. Kafamın içinde dolanan düşünceler rahatça konuşup anlaşabiliyorlardı. Onları da sırtlayıp her zamanki gibi iki sokak ötede duran 7 ya da bilemedin 8 yıllık eski boş villanın demir kapısının büyük boşluğundan geçiriverdim zayıf vücudumu. Hızla villanın en arkasında, çalılara gizlenmiş kırık delikten içeri girdim ve karanlığa aldırmadan koşarak yukarı kata çıkarak villanın üst balkonunun kapısını araladım.
İçeri adımımı attığım an karşımda beliren siluete sinirli bir şekilde kaşlarımı çatarak baktım, bu benim kendimi koruma mekanizmamdı. Balkonun sürgülü kapısının açılırken çıkardığı gıcırtıyı duyduğunda siluet bana doğru yönelmişti zaten. Karanlıkta birbirine bakan iki siluettik ben onu seçemiyordum oda beni, korkmam gerekiyordu ama içimde beliren hisler o an sadece merak duygumu kabartmıştı...
Karanlığın soğukluğunu ve heyecan dolu bu anı bıçak gibi kesen "Kimsin?" sorusunu sormam yaklaşık 15 dakikamı almıştı. Birbirimizi seçemesek te uzun uzun süzerek geçti bu 15 dakika. İnce zayıf kalmış bir siluet vardı karşımda. Bol gelen siyah kapüşonlusuna rağmen vücudunun cılızlığı sert esen rüzgârın etkisiyle sağa sola yalpalayan bedeninden anlaşılıyordu. Elleri ısınmak için cebinde barınıyorlardı. Zayıf olsa da omuzları genişti ve ona dair kesin seçebildiğim tek detay karanlıkta hafif açılmış ağzından parlayan dişleriydi. Yüzü kapkaranlıktı ama bir erkek olduğu duruşundan belliydi. Sanki geniş omuzları üzerine dünyanın astığı bin ton yükü taşıyormuş gibi yorgun bir kamburu vardı.
Bir anda arkasını döndü ve balkonun en kenarına gidip mermerin üstüne çıktı. Kalbim o an gelen heyecan ve korkunun harmanına tanıklık etti. Elim ayağım o an birbirine dolandı. Kafamdaki seyirciler bir anda bağırıp çağırmaya, kafamdaki savaşın huzurunu bastırmaya başlamıştı. "N-ne yapıyorsun?" ağzımdan nasıl olduğunu bilmediğim şekilde zar zor dökülen bir iki kelime fısıltıyla haykırmıştı.
Hiçbir tepki alamıyordum, ona bir adım attım ileri safhalardaki korkunun kanımda yüzüşünü hissederken. Bana dönmesiyle attığım adımı hemen geri çektim. Kollarını uçacakmış gibi açtığı an kendimden beklenmedik bir hareketle ona doğru koşmaya başladım. Balkon ne kadar da büyük gelmişti cılız bacaklarıma o an, sanki rüyadaydım ve koştuğumu sanıyordum ama koşamıyordum. Hedefim birkaç adım ötemdeydi ama ben ona asla varamıyordum.
Kendini bir anda arkaya doğru serbest bıraktığında soluk ışık yüzünü aydınlattı, yüzü gergindi, kaşları sanki yüzü için özel tasarlanmış gibiydi. Solmasına rağmen dolgun duran dudakları, uykuya savaş açmış göz altı torbaları köşeli çenesi... Yüzünde bir mimik dahi göremedim. Gözleri kapalıydı ta ki düşmeden hemen önce gözlerini aralayıp gökyüzüne bakana kadar.
O bakış beni bir anda durdurdu, ona koşan vücudum bir anda kendini hareketsiz bırakmıştı. Gözleri...gece kadar koyu, ateş kadar kavurucuydu içimdeki her bir hücre onun gözlerine çekiliyordu. Göz bebeğini bile örtüyordu o düşerken gökyüzüne bakan koyu gözleri. Ayakları da serbest kalırken tek yaptığım onu izlemekti. İçimdeki tiyatro perdelerini örtmüş gibiydi, o sırada bir ses yankılandı seyirciden "Ölüm mü âşık oldu sana; inanayım mı onun bu karanlıkta sevgilisi olasın diye seni sakladığını?"(Romeo-Juliet)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Soyut Gece
Teen Fictionİki ruhun tek bedene karışan acılarının buluştuğu gözler. Acıyla kavrulan iki ruh. Eren Eraslan...koca siyah gözlerinde yaşayan geceden habersiz, ruhundaki sızıyla yaşayan yalnız çocuk. Eda Aydoğan...geceye muhtaç olan küçük kızı beslemeye adanmış...