Üşüme hissi zihnimde parlayınca gözlerimi araladığımda, yanmayan ısıtıcıyı fark ettim. Ayağa kalktığımda oda tamamen zifiri karanlıktı, ışığı açmaya çalışıyordum ama ışıklar açılmıyordu, üstüme montumu geçirip duvarlara elimi dayayarak dış kapının önüne kadar geldim. Kilidini çevirip kapıyı açtım ve önüme ilk gelen botları ayağıma geçirip montuma sığınarak dışarı çıktım. Kapının arasına gelişigüzel bir terlik sıkıştırıp evin arka bölümüne gittim. Akşam olmuştu bile, sigorta kutusundan başka bir şey göremiyordum, telefonumu evde unuttuğumu anladığım an, zaten karanlıkta istesem de bulamazdım diye kendimi avuttum. Ön taraftan kapının kapanış sesini duymamla korkuyla evin ön kısmına doğru koştum.
Araya koyduğum terliğin dışarda olduğunu, kapınınsa kapalı olduğunu görmemle yüzümü buruşturup anahtarı almış olmak için dua etmeye başladım, montumun ceplerine 10. defa bakıyordum ama bulamıyordum, o an aklıma kapının kenarındaki açık aralığa koyduğum yedek anahtar geldi, eğilip anahtarı koyduğum gibi bulduğumda bir an kendimle gurur duydum.
Anahtarı evire çevire anahtar deliğine sokmaya çalışıyordum 15 dakikadır her sefer başaracağımı düşünerek. Eve girerken anahtarı kapının arkasına taktığım aklıma gelince, huzursuzca arkama dönüp karanlık sokağa baktım. Elimdeki bütün yöntemleri denemiştim ve içeri girmek için bir yol kalmamıştı. Bu soğukta gece vakti telefonsuz bir şekilde dışarıda kalmıştım. İlk defa karanlığa karşı kötü hissediyordum. Sokak bomboştu, oysaki belli bir saate kadar hep insanlar geçerdi buradan, belli ki saat geçti, ben daha saati bile bilmiyordum. Telefonu evde unutmam aklıma geldikçe daha çok huzursuz oluyordum.
Saat kaçtı bilmiyordum ve kapının önünde savunmasız bir şekilde durmam akla mantığa uymuyordu. Ne yapacağım hakkında aklımda bir senaryo bile yoktu ve seyirciler her zamanki gibi zor durumu görünce kaçmış, beni yine sessizliğe mahkûm etmişlerdi. Normalde olsa her zaman yaptığım şeyi yapar, villaya gider balkonun kenarından çatıya çıkıp gökyüzünü seyir ederdim. Tam o an aklıma balkonun her zaman tırmandığım kenarı geldi çatıya bağlanan. O cılız bedenin oraya tek adımda zorlanmadan çıkıverdi. Ölü çocuğun araştırmasına burnumu sokmamak, o anı unutup yeşil döküntü evimde oturup ölmeyi beklemek istiyordum ama aklımdan çıkmıyordu o anlar. Tekrar tekrar kafamda yaşıyordum. Koşuyorum, titriyorum, nefes alıyorum, soğuktan hissizleşmiş titreyen dudaklarımı o dudaklara bastırıyorum, ciğerlerimdeki nefesi son damlasına kadar yolluyorum ona, uyuyorum, uyanıyorum... Başa sarıyordu kafamda her saniyesi.
Ayağa kalkıp düşünürken oturduğum taşa son kez baktım ve son çarem olan o yere bacaklarımın zorla beni götürmesine izin verdim. Bütün şehir ıssızdı, kapalı bir dükkânın önünden geçerken kafamı cama dayadım ve saate baktım yarım saat geride bırakmıştı üçü. O gecede saate baktığımda saat aynıydı. Bu detayı hatırlıyor olmamı garipseyerek düşlerimden sildim ve kendimi kandırırcasına yürümeye devam ettim. Hava yine kasvetliydi, montum yetmiyordu soğuktan korunmama. Titremekten yorulur muydu bir insan...Derin bir nefes aldım ve montumun önünü kapatıp koşmaya başladım, ısınmayı umuyordum, ya da düşüncelerimi yüzüme çarpan rüzgârın tiyatro sahnemdeki dekorları teker teker söküp arkamda bırakmasını. Ciğerlerime dolan soğuk hava içimdeki ateşle birleşiyordu ve ikisinin tam ortasındaki boşluğu hissediyordum, yüzüm donmak üzereydi ki bacağım koca villanın önünde son adımını attı.
Bedenimdeki yorgunluğu ve sızıyı umursamadan, o gece ve hatta sonraki her gece yaptığım gibi yavaş yavaş demir kapıdan sıyrıldım. Ağır adımlarla Villanın arkasına doğru ilerledim. Çalılıkları geçip kendimi kırık duvardan içeri attığımda karşıdaki dış kapının zaten açık olduğunu gördüm. Merdivenleri tırmanırken gözlerimin önüne morgda gördüğüm ceset geldi, sonra hemşirenin kulağıma eğilip "Kalbinden bıçaklanmış...". demesi, ardından çocukta belirgin bir yara olmamasına rağmen havuzda gördüğüm kan, ya görmediğim bir yerdeydi yarası yada ben dikkat etmemiştim. Bir seçenek daha vardı ki en çok ondan korkuyordun., ikimize de ait değildi o kan.
O an cesurdum, bunun sebebi neydi bilmiyordum ama cesedi gözlerimin önüne getirerek ağır ağır merdivenleri tırmandım. O an gelen sesle balkonun açık kapısının önünde kalakalmıştım. Hıçkırık sesleri geliyordu ama balkon tamamen boştu, acı içinde hıçkırıkların yankılamasıyla gelen ağlama sesleri boğuklaştığında aklıma annemin elimden tutup yeşil çökmüş duvarları olan eve götürdüğü ve beni bıraktığı gece, bana ait olmayan yatağa kıvrılıp sabaha kadar ağladığım ve kimse duymasın diye ağzımı kapatıp hıçkırıklarımı bastırmaya çalıştığım zaman geldi. Ne kadar acıydı benim için, tek başıma kalmıştım ama acımı biri duyar korkusu hıçkırık seslerimi bastırmama yetiyordu.
Balkonun kenarına geldiğimde ağlayan kişinin bir erkek olduğunu anladım, öyle acı içinde ağlıyordu ki istemsizce dolmuştu gözlerim, sessizce ayağımı havaya kaldırıp ellerimle duvardan yardım alarak kendimi yukarı çektiğimde, kafamı çatıya doğru uzattım. Çatının en köşesinde bir ayağını kendine çekmiş öbürünü ileriye uzatmış, kafasına siyah kapüşonlu geçirmiş adamı gördüm. Yüzüne ay ışığı vuruyordu, kafamı biraz daha uzattığımda gözüme ilk çarpan şey geriye attığı kafası sayesinde yüzüne vuran ışığın parlamasıydı. Ay ışığının aydınlattığı ince kemikli suratı sakinleşmeye başlamış bir insanın yüz ifadesini taşıyordu. Hafif aralanmış ağzı, dinginleşmeye başlayan hıçkırıklarını bedeninden uzaklaştırıyordu. Gözleri kapalı olsa da kafasını arkasına yasladığı için yüzüne dümdüz yol çizen gözyaşları ağır ağır akmaya devam ediyordu. Her ne kadar yan profilden görüyor olsam da onu tanımam uzun sürmemişti. O gece gördüğüm ve o geceden sonra gözümü her kapattığımda en ince ayrıntısına kadar gözümün önüne gelen yüzü nasıl unutabilirdim ki.
Orada durmuş 1 saate yakındır bir yükselip bir alçalan gözyaşlarını takip ediyordum. Nedenini düşünmedim... Ne yanına gitmeyi ne de vereceğim tepkiyi. O ağladı ben öylece seyrettim, ta ki gelen 'miyav' sesine kadar. Kafamı aşağı eğdiğimde simsiyah yavru bir kedinin öylece durmuş bana bakarak miyavladığını gördüm "Pist...pist." fısıltıyla onu kovalamaya çalışıyordum ki kafamın üstünden gelen adım seslerini fark ettim. Heyecanla ayağa kalktığım sırada üstünde durduğum ince duvardan ayağımın kayışını hissettim.
O an dünyanın dönüş hızı iki katına çıkmıştı sanki. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu, bir insanın kalbinin damarlarına pompaladığı kanın akışını hissetmesi normal olamazdı. Korkuyla gözlerimi sımsıkı yummuştum, düşüyordum... Sanırım ölecektim. Saçlarımdan rüzgâr esiyordu, duyduğum naif sesle gözlerimi araladım. "Daha fazla tutabilecek gücüm kalmadı.". Sesi kulaklarımı delip geçerken montumu sımsıkı kavrayan ellerine baktım. Kafamı suratına kaldırdığımda ise önce kafasının arkasındaki gökyüzüne sonra beni en derine çeken o gözlere baktım.
Sanki iki gökyüzü vardı karşımda ve bana seçim yapmam için bakıyordu, biri bunca zaman sığındığım yıldızlarla dolu olmasına rağmen karanlığıyla beni beşikteki bir bebek gibi sallayan, ötekiyse gerçekten karanlık, yalnız, çaresiz kalmış ve beni de bunların içine çekmeye çalışan siyahın yoğunluğuyla sevişen iki çift göz. Karar vermem için karşımdalardı oysaki, ama ben çoktan kendimi kaybettiğim iki çift gözün kurbanı olmuştum bile.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Soyut Gece
Teen Fictionİki ruhun tek bedene karışan acılarının buluştuğu gözler. Acıyla kavrulan iki ruh. Eren Eraslan...koca siyah gözlerinde yaşayan geceden habersiz, ruhundaki sızıyla yaşayan yalnız çocuk. Eda Aydoğan...geceye muhtaç olan küçük kızı beslemeye adanmış...