Amon
Saçlarımı iki yandan örmeye çalışırken, bir yandan
elbisemin eteğinden beni çekiştiren küçük kardeşime bakıyordum. Gitmek için can atıyordu büyük ihtimalle. Bu onun ilk festivaliydi. Ben ise onun yaşı kadar festival görmüş olabilirdim. Yirmilerine basmak üzere olan genç bir kadındım nihayetinde.Hazır olduğumu aynada kendime son bir kez baktıktan sorma anladığımda, kardeşim Iseul'a döndüm. Gözlerini pörtletmiş bir şekilde ne zaman dışarı çıkacağımızı merak ediyordu. Sandığı kadar güzel bir şey değildi festival. Özellikle köyümüz yapmıyorsa, daha da kötü olurdu. Övünmek için söylemiyorum ama kraliyet, gerçekten kötü festivallere konukluk ediyordu.
Onun kıyafetini düzeltmek için yere çömelmiş ve ellerimi omuzlarında gezdirmiştim. Annem gibi, uyarıcı bir tonda konuşmaya başladığımda; babam da çıkmak için son hazırlıklarını yapıyordu. "Benden izin almadan bir yere gitmek yok. Prens burada olacağı için köy fazlaca kalabalık olacak. Doğu köylerinden de ziyarete gelecekler, haliyle elimi gerçekten sıkı tutman gerekiyor tamam mı?" başını salladığında gülümsedim. Uslu bir kızdı ve her zaman sözümü dinlerdi. Ayağa kalktım ve küçük kliniğimizin kapısını göstererek, "O zaman gidelim mi prenses?" dedikten hemen sonra bir rol üstlendim.
Kıkırdadıktan sonra bir elimi tuttu ve beni sürüklemeye başladı. Prens Park, ne zaman köye inecek olsa böylesine küçük festivaller yaptırırdı. Batı Krallığına geleli pek olmamıştı. Kraliçe'nin yeğeniydi. Ailesinin trajik kazasından sonra kendi bölgesinden buraya taşınmıştı. Köyümüz onu sıcak bir şekilde karşılamıştı çünkü hiçbir şekilde ayrım yapmayı sevmezdik. Huzur ve barış içinde yaşadığımız sürece herkesi kabul ederdik.
Yoldan geçen büyüklerim, bana ve kardeşime tek tek selam verirken birini bile atlamamaya çalışıyordum ama Iseul buna pek izin vermiyordu. Köy meydanına geldiğimizde, prensi getiren görkemli at arabasına bakarken bir anlık elimi bırakır gibi olmuştu. Gördüğü kalabalık nedeniyle biraz korkup geri çekilirken bana daha da sokulmuştu. İki elimle omuzlarından tutarken korkmamasını söyledim. Onu kucağıma almak adına eğildim. Boyu nedeniyle prensi göremezdi. Mümkün olduğunca yükseğe kaldırıp sordum. "Gördün mü?" bana olumlu anlamda bir mırıltı sunduğunda gülümsedim. Geri aşağı indirirken derin bir nefes aldım.
Kraliyet hayatına özenen biriydi Iseul. Ben de çocukken öyleydim. Bazı şeylerin farkına varana kadar. Prens ya da prenses olmak kolay değildi. Üstelik sizi hiç tanımayan bir köye yakında liderlik edecek olmak hiç de değildi. Doğu Prensi Park Sunghoon, kendini tanıtmayı severdi. Herkes onu bilsin isterdi. Cana yakın biriydi. Ben de onunla bu sayede tanışmıştım.
Iseul, elimi çekiştirmeye başladığında gözlerimi ona doğru çevirdim. Bana arkadaşlarının olduğu tarafı gösterip, gidip gidemeyeceğini sormuştu. Onay verircesine başımı salladım. Çocuk parkına topluluk girmezdi. Orası çitlerle örülmüş bir mekandı. Gönül rahatlığıyla herkes gidebilirdi. "Ama fazla değil tamam mı?" sorumu yanıtlayıp ardından koşarak arkadaşlarının yanına gitmişti. Bu boşluğu bir fırsat bilip, prensin olduğu yere yakınlaştım. Göz teması kurabildiğimiz bir mesafede durdum. Köylülerle selamlaşmayı bırakıp, asıl geliş amacına odaklandığında birbirimize bakmıştık. Başımla fırını işaret edip, kimseye çaktırmadan o yöne ilerledim. Beni dükkanın kapısında, Arin karşılamıştı.
Yüzünde mutlu olduğuna dair bir ifade vardı. İçeri geçer geçmez, yalnız olup olmadığımıza bakmış ve ardından bir sandalye çekip oturmuştum. "Size inanamıyorum. Nişanlısınız ama gizli saklı buluşuyorsunuz." Sunghoon, Batı'ya ilk geldiğinde tesadüfen tanışmıştık. Benim ailem doktordu. Yol üstünde uğrayacakları en yakın klinik bizimdi ve bu sayede arkadaş olmuştuk. Yine de ikimizin iyiliği için de kimseye bunu söylemiyorduk. Arin'le daha sonra tanıştırmıştım onu. Birkaç buluşmanın ardından birbirlerine aşık olduklarını söylemiş, ve biraz erken de olsa nişanlanmaya karar vermişlerdi. Kimsenin bundan haberi yoktu.
"Git de arka kapıdan al nişanlını." dedim saçlarımın tokalarını çıkarırken. Köydeki eski kafa algısı yüzünden saçlarımızı toplamak zorundaydık. Ama doğal halinde olmasını daha çok seviyordum. Arin'in yerinden kıpırdamadığını gördüğümde kaşlarımı çattım. "Ne oldu?"
"İyi görünüyor muyum?" göz devirdim. Onu koridorda doğru ittim. "Arkadaşımı getir artık." buraya bizden başka kimse gelmezdi. Bu saatlerde genelde fırın boş oluyordu. Arin'in ailesi de dışarıda alışverişe çıkmış oluyordu bu yüzden rahattık. Mekanda yalnız kaldığımda derin bir nefes aldım. Tokalarımı, elbisemin önündeki cebe koyup arkama yaslandım. El ele tutuşmuş ikiliyi gördüğümde sırıttım. "Şu halinize bakın." dedim alaycı bir şekilde. İki en iyi arkadaşımı birlikte görmek hala garip geliyordu. Üstelik bir de nişanlılardı.
"Selam." dedi Sunghoon, uzun süre sonra görüşmenin verdiği neşeyle. Heyecanla gidip ona sarıldım. Kalabalık onun gittiğini anlamadan önce sadece birkaç dakikası vardı. Ne kadar onu ilk ben tanımış ve yakın dost olmuş olsam da, ikisinin vaktinden yemek istemedim. "Fazla sürmesin." uyarıcı bir tonda konuştuktan sonra fırından çıktım. Saçlarımı açık halde gören her büyüğüm kadın için çetele tutmaya başlayabilirdim.
Kardeşimi almak için oyun alanına gideceğim sırada, at arabasından inenleri görmüştüm. Bunlar Bay ve Bayan Jung'dı. Gözlerim irileşti. Kızlarını bir erkekle baş başa, daha önemlisi prensle, görürlerse kıyamet dahi kopabilirdi. Kardeşimi biraz daha erteleyip geldiğim yere doğru koştum. Fırının kapısını hiç çalmadan direkt araladım. Birbirlerine sarılmakta olan ikiliyi ayırmak adına ellerimi açtım. Sunghoon'u arka kapıya çekerken, bir yandan da Arin'e babası ve annesiyle ilgilenmesini söylüyordum.
"Çabuk! Erken gelmişler!" birbirlerine düzgün bir veda dahi edemeden fırının arka kapısından çıkmıştık. Ön cepheye doğru gitmeden önce, Bay ve Bayan Jung'ın içeri girmesini bekleyecektik. Gerginlikle derin bir nefes aldım. Sıkıcı hayatıma, bazı zamanlar böyle heyecan dolu saniyeler girebiliyordu. Mallar, arabadan indirilirken biraz daha zamanımız olduğunu düşünüp arkadaşıma döndüm. Yüzündeki mutluluk her zamankinin aynısıydı. Gülümsedim. "Ne zaman söyleyeceksiniz?" benim daha fazla açıklama yapmama kalmadan, kendisi devam etmişti.
"Heeseung'ın taç giyme töreninden sonra. O zamana kadar, teyzemin başını ağrıtmamak en iyisi." yanımızda kimse yokken kraliyet ailesi, akrabası olduğundan onlar hakkında samimi konuşurdu. İsmiyle hitap ettiği kişinin Batı Prensi olduğunu biliyordum ama hiçbir zaman onu ve kız kardeşini görememiştik. Kral ve Kraliçe'nin korumacılığı yüzünden köy ileride onlara önderlik edecek bu ikiliyi tanımıyordu. Üstelik prensin, taç giyme töreni de yaklaşmıştı.
Anladığıma dair başımı oynattım. "Evliliğe izin verecekler mi sence?" aklımda dönüp duran soruyu nihayet ikisinden birine sormuştum. Arin'in ailesi bir yana, Doğu Kraliyet'inden geriye kalan tek kişinin bir prensesle evlenmesini daha uygun göreceklerindendi bu şüphem. "Vermek zorundalar. İstemediğim biriyle evlenmem." onlara yardım etmek isterdim, ama köylü bir doktorun çok yararı dokunacağını sanmıyordum. Üstelik henüz bir hemşireydim. Annem ve babama yardım ediyordum, beni ciddiye dahi almazlardı.
Bay Jung'ın, eşinin ardından dükkana girdiğini gördüğümde dikleştim. Şimdi gidebilirdi. Arkadaşıma doğru dönüp, sarılmak için kollarımı araladım. Aynı şekilde bana yaklaşıp, kollarını belime sardı. Sıkı bir sarılıştan sonra, ona veda etmiştim. Uzaktan kendisine el sallarken, bir yandan da gideceğim zamanı kolluyordum. Ufak bir çıtırtı duyduğumda, başımı geriye çevirip baktım. Bir şey yoktu. Kaşlarımı çatıp tekrar önüme odaklandım. Yanlış duymuş olmalıydım.
Sunghoon'un gittiğinden emin olduktan sonra, oyun alanına ilerledim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
limerence ❀ lee heeseung
Fanfiction"Şimdi, yine birer yabancıyız birbirimize. Ama bu sefer, birikmiş anılarla birlikte."