İnsan, hayatı boyunca kendini bir yere ait hissetmese bile aslında her zaman bir başroldür. Kendi hikayesinin, kendi hayatının başrolü. Belki kalem onun elinde olmasına, yazılacak bir sonraki kelime onun zihninde yer almasına rağmen kendini o kadar değerli görmez ancak onun gerçeğe bir kör gibi yaklaşması başkalarını da kör etmez. Bir insan tıkılı kaldığı parmaklıklar ardında en başından beri açık olan kapıyı göremiyorsa bu, başkalarının da o kapıyı görmediği anlamına gelmez. Aksine insan; kendi için her zaman en zor, en çetrefilli olan yolu seçer, hayatını ona göre bir düzene oturtmaya çalışarak kendini yok yere yorar. Peki zaman? Onun da bu yolun inşaatında bir rolü yok mudur? Elbette vardır.
İnsan zamanın kölesi, zaman ise onu avucunda istediği gibi yönlendiren, o döşenen yolun sürekli bozulup farklı yönlere inşa edilmesini sağlayan kraldır.
Ben kendi hikayemde bir hiç olarak rol aldım. Tüm kontrol onda olmasına rağmen sadece adı olan bir karakter. Ne kadar ironik, ne kadar üzücü bir durum, değil mi? İstediğim yoldan gitme imkanım varken ayaklarımdaki görünmez zincirlerle birlikte on yedi yılımı geçirmek yalnızca kendime yaptığım bir işkenceydi. Bir başrolken, atılacak sonraki adım elimde tuttuğum kaleme bağlıyken neden bir hiç olmak zorundaydım ki?
Sonra her şey aniden değişti.
Okunaksız, aceleyle yazılmış kelimelerin yer aldığı sayfalar aniden sertçe esen bir rüzgarla birlikte ellerimden kayıp gitti. Uçtu, uçtu, uçtu ve bir okyanusun yüzeyine bir örtü gibi serildi.
Sonra bir Kelebek oldum. Hikayemde artık bir hiç değil, tek kanadı yaralı bir Kelebek olmuştum. Elimden kayıp giden kağıtlar bana cesaret vermiş, gerçekte kim olduğumu, kontrolün bende olduğunu hatırlamamı sağlamıştı. Ancak bu gerçeği kendi el yazımın olduğu sayfalarıma fısıldayan şey kendi iradem değil, okyanustu. Okyanus, üstüne bir gölge gibi düşen kağıtlarımı, hikayemi okumuş, bir şeylerin yanlış gittiğini fark etmişti. Bu yüzden tüm kağıtları yok ederek kendi elleriyle bana yeni, bembeyaz sayfalar vermişti. Elimdeki kalemin mürekkebi akıyor olsa da, hikayemi yeni baştan yazarken beyaz sayfaya büyük siyah lekeler bırakıyor olsam da beni yalnız bırakmayarak elindeki beyaz renkteki kalemiyle o siyah noktaların üstünden geçiyordu. Tıkanan yolumu benim için açıyordu.
Peki şimdi o okyanus neredeydi?
Sonsuzluğa uzanan derin, mavinin her rengini içinde barındıran o sular bir anda nereye kaybolmuştu? İçinde bulunduğum devasa çukurda neden tek bir damla su yoktu da ayaklarım toprağa basıyor, gözlerim yalnızca etrafımdaki solmuş çiçekleri görüyordu? Bana gerçekte ayaklarıma bağlı zincirler olmadığını gösterdikten sonra tökezlemeden nasıl yürüyeceğimi öğretmeye yeni başlamışken neden çekip gitmişti?
Bir buçuk yıl geçmişti. Bana gitmeyeceğini söyledikten sonra saatler sonra beni yalnız başıma bırakmasının üstünden bir buçuk yıl geçmişti. Sesini duyamadığım, kolları arasında küçük bir kız çocuğundan farksız uyuyamadığım, mavi kürelerine istediğim zaman bakamadığım, birlikte sessizliği dinleyemediğim bir buçuk yıl... Düşüncesi bazen o kadar kısa geliyordu ki bazı anlar gerçek suratıma vurana kadar, eve gittiğimde onu göremediğim ana kadar ne kadar yanlış düşündüğümü anlayamıyordum. Hayır. Bir buçuk yıl çok uzun bir süreydi. Aitlik duygusuyla yeni yeni aralarındaki buzları eritmeye başlayan küçük bir Kelebek için bu süre çok uzundu.
Onu anlamaya çalıştığım zamanlar çok olmuştu. Bana bıraktığı mektupta neden gittiğini yazmasına, cevap önümde açık bir şekilde yazılı olmasına rağmen neden beni bırakıp gitmesi gerektiğini bir türlü anlayamıyordum, daha doğrusu anlamak istemiyordum. O mektubu kaç defa okumuştum hatırlamıyordum. Kaç defa buğulu gözlerle kağıdı açıp ezberlediğim kelimeleri yeni baştan okuduğumu hatırlamıyordum. Her açtığımda sanki kaçırdığım bir kelime, bir cümle varmış gibi dikkatle okumuştum ancak yazanlar yine aynıydı, bana hissettirdikleriyse her defasında daha fazla canımı acıtıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÖLÜM ÖPÜCÜĞÜ 2
RomanceBir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar, kendi bahçesinde uçmaktan sıkılmış olan küçük bir Kelebek varmış. Bu küçük Kelebek'in bahçesi hem küçücükmüş hem de solmuş çiçeklerle, kurumuş ağaçlarla doluymuş. Çıplak dallar kanatlarını yaralıyor, boynu büküle...