her şey bisikletim kırıldıktan sonra bozulmaya başladı.
haziranın sonlarına yaklaşıyorduk. hava sıcak, günler güneşli ve hayat geçmişe kıyasla olduğunun en iyisiydi. herkes belli bir düzene göre hareket ediyordu, babam işe gidiyor, akşama yaklaşırken dönüyor ve günün kalanını yavaş yavaş yaşanılabilir hale getirmeye çalıştığım garajda geçiriyordu. ağabeyim, yoongi, final haftasındaydı ve normalde olduğundan daha asabi ve stresliydi. ona bulaşmıyor -üstüne çalıştığım bir husus- daha çok gittiğim yaz okuluna odaklanmaya çalışıyordum.
aslında yapacağım şeyler gayet basitti. babam yaz okulu zımbırtısını öğrendikten, bunun geleceğime katkısının büyük olacağına karar verdikten ve hayatı yaşayan ben olsam dahi onun kararlarının sözü geçtiği için beni okula yazdırdıktan sonra karşıma geçip, kafasını okuduğu -anladığından pek emin değilim- gazetesinden kaldırmadan şunları söylemişti: sabah erkenden çık, okuluna yürü, kimseye bulaşma ve belki de arkadaş edinsen iyi olur.
sırıttığımı görünce eklemişti: akşam da eve döneceksin elbette. bazen beni biraz olsun tanıyor olmasına şaşırıyorum.
üstüne biraz düşünmüştüm. okula gitmeye başlamanın değil, o karar çoktan başkası tarafından verilmişti ve karşı çıkamazdım, düşündüğüm şey tam olarak kimseye bulaşmama ve arkadaş edinme konusuydu. benim için zor olacak şeyler tam olarak buydu. hayat biraz zor ise, bunu zor diyerek basite indirgiyorum fakat ilerde bu zorluğu detaylıca açıklayacağım, işte o zaman mizah mekanizmanız sizden habersiz kurulmaya başlar ve bundan kurtulmanıza imkan yoktur. bunun iyi olduğunu düşünebilirsiniz ama mizah mekanizması o kadar illet bir şeydir ki, onu tutamaz ve durduramazsınız. gittikçe kararır ve kabalaşır, insanlar buna pek alışkın değildir ve alınırlar. bu böyledir. en azından benim için.
beklenildiği üzere, bu konuda tamamiyle mizah mekanizmamı suçluyorum, kimseye bulaşmama olayında fena bir şekilde gümledim.
erkekler tuvaletindeydim, kabinden çıktığım an karşımda üç çocuk belirmişti. biri kelek, diğeri ondan çalmış gibi felaket uzun saçlı, geriye kalan da gayet normaldi. kelek olan kaşlarını çatmış, dudaklarını sıkarak yukarıdan bana bakIyordu.
''sen!'' bana dediğine emindim. ''çıkışta beklemezsen o dişlerini kıracağım.''
ağzım açıldı. ''ne yaptım ki?''
''paçasız güvercin lakabını sen yaydın.''
''pardon?''
''sen jungkook değil misin?
''hayır.''
''ulan,'' elleri yakama sarıldı. ''dalga mı geçiyorsun? senin yaptığını biliyorum.''
tabii ki ben yaptım. anlatayım. çocuğun pantolonlarının paçası inanılmaz kısaydı. ilk gördüğümde şok olmuş, bembeyaz bileklerine bakakalmıştım. bunun günlük bir moda talihsizliği olduğunu düşünmüştüm, bilirsiniz, bir gün uyanırsın ve saçın kirlidir (çocuk kel olduğu için bu kısmı yaşamadığı belliydi ama görmezden gelmiştim) o gün iyi günün değildir ve giyeceğin pantolon yıkanmadığı için başka bir şey giymek zorunda kalırsın, dolabın derinliklerinde varlığını unuttuğun ya da ilk okul döneminden kalma bir pantolon... belki?
ve olayın aslında bu olmadığı gün geçtikçe kısalan paçalarıyla belli olmuştu. ilkokul döneminden kalma pantolonlarını değil, gerçekten istediği pantolonları giyiyordu ama komikti işte, kızmayın, kabaca gelebilir fakat görmüş olsaydınız anlayacağınızı düşünüyorum.
bir gün fizik dersinde yanımdaki kıza dönüp, ''hey,'' demiştim. ''sence şu çocuğun hiç sevmediği çorba nedir?''
kız anlamsızca ilk önce gösterdiğim kişiye, sonra bana bakmıştı. sırıtmıştım. ''kelle paça.''