“Bundan sonra biz nereye siz oraya dediler resmen” dedi İlayda gülerek.
“Yok anam. Evinizin kadını, grubunuzun üyesi olacaksınız dediler” dedi Aleyna
“Ya bizimsiniz ya kara toprağın dediler bence” dedi İrem.
“Bende hepiniz çenenizi kapayın diyorum” dedim somurtarak.
“Aman sıfatsız prenses” dedi Mine yüzünü buruşturarak. “Hiçbir şeyede sevinme zaten”
“Sevinmeye bir şey göremiyorum” dedim ayağa kalkarken. Bavulumu yatağın altından çekip kıyafetlerimi çıkarttım ve üzerimi değiştirdim.
“Hiç kimseye güvenmeyin, inanmayın ve bel bağlamayın. Kimin ne olacağı belli olmuyor”
………………….
Kızların arasında en erken her zaman ben uyanırdım. Diğerleri serbest bırakma halinde yetmiş iki saat uyuma kapasitesine sahiptiler. Bugün yine saat yedi buçukta kalkmıştım ve kızlar uyuyorlardı. Kendime güvenemediğimden yürüyüşe çıkmak yerine uzun bir banyo yapmayı tercih ettim. Yine küveti ağzına kadar doldurdum ve yine çilekli jellerden içine boca edip içine girdim. Bu sefer uyumadım ama. Küvette geçirdiğim süre boyunca sürekli düşündüm. Yaşadıklarımı, yarışmayı, birinci oluşumuzu, dünyada ünlenişimizi, hayranı olduğum grupla karşılaşmamı ve Zayn’i. Hepsini tek tek düşündüm. Zayn kısmı biraz karışıktı. Yani onu seviyordum ama hayran olarak mı yoksa gerçek anlamda aşk mı karar veremiyordum. Zaten versem ne olacaktı? Perrie denen sürtükle nişanlıydı. Evet, öyle hiç kimse kusura bakmasın. Doğruları konuşuyorum.
Sonunda sıkıldığımda durulanarak banyodan çıktım ve bavulumu karıştırmaya başladım. Bu gün iddialı giyinmek istemiyordum. Mümkün oldukça salaş olacaktım ama topuklu ayakkabılarımdan vazgeçmeyecektim tabiki de. O yüzden yapabileceğim en uygun kombini yapıp siyah, üzerinde Bradford Quenn yazan bir tişörtü, dün giydiğim beyaz şortu çıkarttım ve yatağın üzerine bıraktım. İç çamaşırlarımı giyip kıyafetlerimi de üzerime geçirdikten sonra saçlarımı tarayıp kuruttum ve gözlerime kalın bir kalem çekip cüzdanımı ve telefonumu alarak odadan çıktım. Tek başıma dışarı çıkmak istemiyordum ama Çiğdem beni Starbucks’a bırakacak birilerini bulabilirdi değil mi?
Telefonumun kilit tuşuna basarak saate baktım. Sekizi çeyrek geçiyordu. Acaba hiç bulaşmasa mıydım?
“Tamam, Bay Paul. Kızlara iletirim”
Çiğdem’in sesini duyunca uyanık olduğunu anlayıp kapıyı tıklattım. Kapıyı açıp gülümsedi.
“Günaydın Hilal"
“Günaydın” dedim. “Kızlar daha uyanmadı. Bende bugün erkenciyim. Daha önce gitmediğim Starbucks’a gidiyorum. Beni bırakır mısın?”
“Ah, tatlım bende gitmeyi çok isterdim ama işlerim var. Ama seni bırakması için birilerini arayabilirim” dedi ve arka cebinden telefonunu aldı. Anlayamadığım bir hızla İngilizce konuştuktan sonra telefonu kapadı ve bana döndü.
“Koş bakalım beyaz zenci. Otelin kapısında seni bekliyorlar.” Göz kırpıp gülümsedi. “Çok teşekkür ederim” deyip gülümsedim ve el sallayarak yürümeye başladım. Gerçekten de dediği gibi otelin kapısında bir çocuk-ya da benim yaşlarımda bir genç demek daha doğru olur- beni bekliyordu. Kırık Türkçesiyle anlattığı kadarıyla Türkiye de staj yapmış bir turizm otelcilik öğrencisiydi. Çat pat Türkçesi de oradan geliyordu. Yol boyunca hiç susmadan muhabbet ettik. Konuşması güzel bir insandı. Sizi sıkmıyordu veya bıktırmıyordu. Adının Dave olduğunu öğrenmiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
5Kız 5 Oğlan
FanfictionBiz bunların hiçbirini hayal etmemiştik. Tek düşündüğümüz yarışmayı kazanıp ünlü olmaktı. Belki de sevilmek istiyorduk hayranlarımız tarafından. Ama düşündüğümüzden de fazlası çıktı karşımıza. Hem iyi hemde kötü olarak... Karşımıza aşk çıktı, ama ol...