Kendine geldiğinde gayet titizlikle hazırlanmış, temiz bir yatağın üzerinde yatmaktaydı. Korulukta yaptığı bastonu yanı başındaki komodine özenle dayanarak bırakılmış olmasa her şeyin bir rüyadan ibaret olduğunu düşünebilirdi. Odanın tam ortasında, tavana yerleştirilmiş olarak duran lambadan gözleri yormayan, yumuşak, beyaz bir ışık etrafı aydınlatmaktaydı. Pencereden yansıyan karanlıktan anlaşıldığı üzere henüz güneş doğmamıştı. 'Demek ki fazla bir zaman geçmemiş' diye düşündü. Bir yatak odasından farksız dekore edilmiş görünen odada yalnızdı. Fakat dışarıda bir kadın ile bir adam hararetli bir tartışmayı sürdürmekteydiler. Biraz kulak kabarttığında tartışmanın ana konusunun kendisi olduğunu anlaması çok da zor olmadı. Adam ısrarla onu burada tutmanın risklerinden söz ediyor, kadınsa en azından başına ne geldiğini öğreninceye dek bekleyebileceklerini söylüyordu. "Fazlasıyla geç kaldık. Polislerin kapımızı kırıp hepimizi karakola götürmesini mi bekleyeceğiz?" diye soruyordu adamın endişeli sesi ve ekliyordu "çocuklarımızı düşün! İki küçük çocuğumuz var ve onların geleceği için böyle bir suçlamayla lekelenmememiz gerekiyor!" Bu son sözler Önder'in vicdanını rahatsız etmişti. Bir ailenin hiç tanımadıkları bir çocuk için başlarını belaya sokmalarına izin veremezdi. Bu nedenle daha fazla oyalanmadan bastonunu aldığı gibi kapıyı açarak salona geçti. O kapıyı açtığı esnada kadın hala en azından sabahı bekleyebilecekleri konusunda ısrarını sürdürmekteydi. Önder'i birden karşılarında gördükleri için tartışmayı ani biçimde sonlandırıp şaşkınlıkla ona bakmaya başladılar. Önder de şaşkındı. Yıllardır merakla görmeyi beklediği yeryüzü kitaplarda okuduğundan çok farklıydı. İnsanlar bile bir tuhaf, olağandışı görünmekteydiler. Ancak bu genç çift şimdiye kadar gördüğü insanların tersine oldukça doğal hatlara sahipti. Kırklı yaşlarının başlarında, kumral, nispeten yakışıklı – güzel görünüme sahip, gayet normal bir çift vardı karşısında. Kısa bir müddet karşılıklı olarak bakıştıktan sonra Önder, bir şeyler söylemesi gerekenin kendisi olduğuna karar verdi. "Şey..." diyerek bir an durakladı. "Yardım ettiğiniz için teşekkür ederim. Fakat benim yüzümden başınızın belaya girmesini istemem. Kendi başımın çaresine bakabilirim. Dışarıda neler olup bittiğini pek anlayabilmiş değilim, ama kısa sürede uyum sağlayabilirim" diyerek dış kapı olduğunu düşündüğü bir kapıya doğru seğirtti. Söylediklerine kendisi bile inanmamıştı ama en doğrusunun bu olduğunu düşünüyordu. Tam kapıya uzanmak üzereydi ki kadının "evladım" diye seslendiğini işitti. Dönüp son defa itiraz etmelerine engel olmaya hazırlandığında çiftin bir an için birbirlerine baktıklarına ve adamın kararlı bir ifadeyle kendisine dönerek "karnın açtır. Önce bir yemeğimizi ye, ondan sonra gidersin" dediğine şahit oldu.
Az sonra mutfaktaki dört köşe masaya oturmuş, zevkle lezzetli bir tarhana çorbasına taptaze ekmek dilimleri banmaktaydı. Genç çift de iki yanına karşılıklı olarak kurulmuş, merhametli gözlerle Önder'in iştahla yemek yemesini izliyorlardı. Kahvaltıdan bu yana hiçbir şey yemediği için kurt gibi acıkmıştı. Fakat yemekten aldığı lezzeti bu açlıkla açıklamak pek de mümkün değildi. Bu çorba bariz biçimde kuyuda içtiklerinden farklı ve çok da lezzetliydi. Önder tabağını sıyırmasını bitirdiğinde genç kadın şefkatli bir sesle "bir çorba daha içer misin?" diye sordu. "Teşekkür ederim" dedi Önder minnetle ve ekledi "ellerinize sağlık. Hayatımda içtiğim en lezzetli tarhana çorbasıydı. Mümkünse bir tabak daha alırım." Kadın gülümseyerek yerinden doğruldu ve Önder'in önündeki tabağı aldı. Ocağın üzerinde durmakta olan tencereden bir kepçe daha çorba ekleyerek yeniden servis ederken konuşmaya başladı. "Afiyet olsun oğlum. Bu arada ben Sevda, eşimin ismi de Hamza. Az önceki tartışmamız için kusurumuza bakma. Biz uzun zamandır senin gibi biriyle karşılaşmamıştık. Şaşkınlığımıza ver olur mu?" Önder, ağzına attığı koca bir ekmek parçası ve bir kaşık sıcak tarhana çorbasının izin verdiği ölçüde gülümsemeye çalışarak "önemli değil" dedi. Güzelce yutkundu ve açıklamaya koyuldu. "Hakan dede bizim gibilerin yukarda pek de sıcak karşılanmayacağını söylemişti. O yüzden çok şaşırmadım. Size fazla yük olmadan gideceğimden emin olabilirsiniz" dedi. Önder, 'yukarısı' sözcüğünü kullandığı sırada genç çift şaşkın bakışlarla bir an için birbirlerine bakmışlar ve sonra yeniden gözlerini Önder'e çevirerek dinlemeyi sürdürmüşlerdi. Önder sözlerini bitirdiğinde genç kadın bir kez daha konuşmaya başladı. Bu kez sesinde tedirginlik sezilebiliyordu. "Yukarısı mı?" diye sordu. "Yavrum, sen tam olarak nereden geliyorsun bakayım? Aşağı köyden misin?" Bunu sorarken sesi titremiş, cevabını asla alamayacağını bildiği bir soruyu yine de sormak zorunda kalan birinin acziyetini yansıtmıştı. Önder ise yediği çorbadan aldığı zevkle o kadar meşguldü ki bu tedirginliği fark edememiş, "hayır, ben kuyudan geliyorum" diye gülümsemişti. Genç çift aldıkları yanıttan hayrete düşmüş biçimde "Kuyu mu?" diye sordular aynı anda. Önder ise "evet, kuyu" dedi sakince. Hemen sonra da söylediği şeyin garipliğini fark etti. Etrafına şöyle bir bakınıp yönleri tayin etmeye çalıştı ve güney olduğunu düşündüğü yöne doğru parmağını uzatarak "güneydeki kuyudan geliyorum. Bugün... Şey... Bir şekilde kaçmayı başardım ve yeryüzünü keşfe çıktım." O anda odada buz gibi bir hava esti. Öyle ki sıcak çorbayla oldukça yumuşamış olsa da Önder bile içinin ürperdiğini hissetti. Hamza soğuk biçimde Sevda'ya "biraz konuşsak iyi olacak" demiş ve hızla masadan kalkarak içeride kaybolmuştu. Eşi de çaresiz peşi sıra çıkmak zorunda kalmıştı. Şimdi Önder masanın başında tek başına, önünde duran boş çorba kâsesi ve elinde kaşığıyla yan odada tartışmakta olan çiftin seslerini dinleyerek önüne bakmaktaydı. "Bu çocuğun nelerden bahsettiğini bilmiyorum Sevda, ama bir kaçak olduğu ortada! Daha fazla burada duramaz!" diye bağırıyordu Hamza. "Biraz sakin olur musun?" diye sordu Sevda "çocukları uyandıracaksın! Neler olup bittiğini anlayalım önce. Kuyu dediği yer, her neresiyse, mutlaka mantıklı bir açıklaması olmalı!" Eşinin bu uyarısı Hamza üzerinde belirgin biçimde etkili olmuş, tartışmalarının bundan sonraki kısmını daha düşük bir ses tonuyla sürdürmeye gayret etmişti. Bu nedenle Önder başkaca nelerden bahsettiklerini duyamadı ve kendi içine dönerek, bundan sonra ne yapabileceği üzerine düşünmeye başladı. Gidebileceği hiçbir yer yoktu. Öte yandan bu insanların yanında kalması belli ki onların da huzurunu kaçıracaktı. O hep kaçmayı düşündüğü kuyuya, kendi gibilerin kabul görüldüğü yegâne yaşam alanına geri dönebilmesi bile ancak bir başkasının yardımıyla mümkündü. Artık tamamen yabancısı olduğu bir dünyada yapayalnızdı. O bu düşünceler arasında dalıp giderken Hamza ve Sevda da tartışmalarına bir nokta koyarak mutfağa döndüler. Önder hala masada oturmaktaydı, ama artık o eski neşesi yoktu. Aksine üzgün, ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Bir müddet üçü de hiçbir şey söylemeden öylece oturdular. Uzun süren boğucu sessizliği bozan Hamza oldu. "Evladım, ismini öğrenebilir miyiz?" diye soruyordu içerisinde bulundukları garip durumun izin verdiği ölçüde nazik bir tonla. Aldığı yanıtsa kısaca "Önder" oldu. "Bir soyadın yok mu?" diye yeniden sordu Hamza sakinliğini sürdürmeye çalışarak. "Hayır" dedi Önder, "hiçbirimizin soyadları yok. Ailelerimizi, nereden ve nasıl geldiğimizi bile hatırlamıyoruz." Bunu o kadar ciddi ve üzgün bir biçimde söylemişti ki hem Hamza hem de Sevda söylediklerinin ciddiyeti konusunda gittikçe artan bir tedirginlikle yerlerinde istemsizce kıpırdadılar. Yine de Hamza durumu kafasında ölçüp biçiyor, en makul biçimde konuya yaklaşmaya çaba gösteriyordu. "Pekâlâ" diye söylendi kendi kendisiyle konuşurcasına ve derin bir nefesin ardından ekledi "her şeyden önce biraz senden bahsedelim. Bu kolunu ne zaman kaybettin?" diye sordu ve karşısındakini kırmak istemeyen birinin telaşıyla çabucak ekledi "yani, bir kaza falan mı geçirdin?" Önder bu türden bir soruya hazırlıklıydı elbet, ancak verebileceği tek cevabı duymaya karşısında duran bu iki yetişkinin pek de hazır olmadıkları kesindi. "Hiçbir zaman" dedi kısaca ve genç çiftin şaşkın bakışları arasında devam etti "ben kendimi bildim bileli tek kolluyum. Dedem ve ninem doğuştan sağ kolumun olmadığını söylediler. Benim de hatırlayabildiğim kadar geride hiçbir zaman sağ kolum olduğuna dair bir hatıram olmadı." "Aman Allah'ım!" diyerek kendini geriye attı Sevda. Hamza'nın da gözleri fal taşı gibi açılmıştı, ancak Sevda duygularını gizlemekte biraz daha başarısızdı. Bir eliyle masadan destek almaya çalışıyor, bir eliyle de hayretle bir karış açılan ağzını kapatmaya çabalıyordu. "Pekâlâ" diyerek bir kez daha kontrolü ele almaya çabaladı Hamza, yerinde doğrularak. "Söyle bakalım Önder, bu 'kuyu' dediğin yerde kaç kişi yaşıyorsunuz?" "Biz yedi kardeşiz" diye söze başladı Önder, bundan sonra söyleyeceklerinin de aynı hayretle karşılanıp karşılanmayacağından tedirgin olarak. "Bize bakan bir dedemiz ve bir de ninemiz vardı. Ancak ninemiz üç ay önce vefat etti. Şimdi başımızda sadece Hakan dedemiz var ve o da çok yaşlandı. O da öldüğünde kardeşlerimin durumunun ne olacağını bilmiyorum ve onları artık yaşamak zorunda oldukları o kuyunun dibinden kurtarmak istiyorum. Bu nedenle ben ve bir arkadaşım bir plan yaparak dedemizi de ikna ettik. Bir ilaç yardımıyla beni ölmüş gösterdik ve dışarı almalarını sağladık. Adamlar beni bir çeşit toplu mezara öylece atıp gittiler, ben de bir çakı yardımıyla ceset torbasından çıktım ve en yakın korulukta kendime şu sopayı yaparak şehre kadar yürüdüm. Şimdi de mümkünse kardeşlerimle birlikte yeryüzünde yaşayabileceğimiz bir yer bulmak ve onları oradan kurtarmak istiyorum." Tüm bunları bir çırpıda ve öyle bir heyecanla anlatmıştı ki genç çiftin duyduklarını hazmetmeleri için bir süre öylece kımıldamadan oturmaları gerekti. Ardından Sevda'nın hıçkırıklara boğulan sesiyle "yandık biz! Bittik biz! Mahvolduk!" dediği işitildi. Hamza'nın eşinin bu haline karşı tek tepkisi ise hâkim olmaya çalıştığı bir öfkeyle yüzüne bakmaktan ibaret olmuştu. Hemen sonrasında bir kez daha derin bir nefes aldı ve yine o sakin kalmaya çalıştığı sesiyle "pekâlâ" dedi. "Önder, söylediklerinin ne kadarı doğru bilmiyorum, ancak doğru olduklarını kabul edecek olursak..." - Tak! Tak! Tak! - Sözlerinin tam burasında kapı sert biçimde vurulmaya başlamıştı. Hemen ardından da bir adamın "Açın kapıyı polis!" diye emir verircesine seslendiği duyuldu. Bu söz odadaki gerginliği had safhaya çıkaran son damla olmuştu. Hep birlikte ayağa fırladılar. Önder neler olup bittiğini anlayamıyordu, ancak Sevda ve Hamza'nın tavırlarına bakılırsa başları gerçekten büyük beladaydı. Hamza işaret parmağını ağzına götürerek sessiz olmalarını işaret etti ve yavaş adımlarla kapıya doğru ilerlemeye başladı. Bu sırada Sevda da Önder'i kolundan tutmuş, çekiştirerek daha önce yatmakta olduğu misafir odasına götürmüştü. Az sonra kapının açıldığı, Hamza'nın sakin kalmaya çabalayan bir tavırla "buyurun memur bey" dediği ve karşılığında birkaç çift ayağın sert adımlarla antreye girdiklerini duydular. "Ne yapıyorsunuz memur bey?" diyordu Hamza şaşırmış bir sesle. Bir müddet çıt çıkmadı. Sonrasında ise az önce kapının ardından emir veren sesin sahibi yeniden konuşmaya başladı:
Yan sokakta tek kollu bir çocuğun dolaştığı görülmüş. Belki sizin de haberiniz olmuştur diye düşünmüştük.
Ne münasebet! Allah'ın belasını üzerine çekmiş bir çocukla bizim ne işimiz olur?
Öyle mi? Her ne hikmetse görgü tanıkları baygın haldeki çocuğun genç bir adam tarafından tam da bu binaya taşındığından söz ettiler! Üstelik tarif edilen adamın görünümü de tıpa tıp seni hatırlatıyor Hamza!
Ne münasebet yahu Orhan? Beni ne zaman yasalara aykırı bir iş peşinde gördünüz?
Bak Hamza! Ben onu bunu bilmem! Bana ne denirse harfiyen uygularım o kadar. Hem Sevda nerede?
Buradayım Orhan Bey, çocukları yatırıyordum da...
Tam bu sırada Sevda arka odadan çıkıp gelmiş olmasaydı Orhan'ın durumdan daha da şüphelenip evi aramaya kalkışması işten bile değildi.
Önder şimdi bir kez daha yalnız kalmıştı. Tek başına arka bahçeden koşarak çıkıp, gölgelerde kalmaya dikkat ederek, nereye gittiğini bilmez vaziyette bir kez daha ara sokaklarda dolanmaya başladığı sırada aklında yalnızca tanıştığı bu ilk insanlar vardı. Sevda ve Hamza iyi insanlardı, ancak içerisinde bulundukları toplumun Önder ve onun gibileri kabul edebilecek bir yapıya sahip olmadıkları ortadaydı. Neyse ki Sevda zamanında onu camdan dışarı çıkarmayı başararak eşinin yanına dönmüştü. Kimsenin canını sıkacak bir durum yaşanmadan polisleri atlatabilmiş olmalarını dileyerek yürümeyi sürdürdü. 'Kırk yıl düşünsem günün birinde bir kaçak gibi polislerden kaçmak zorunda kalacağım aklımın ucundan bile geçmezdi' diye düşündü bir köşede soluk soluğa dinlenmeye çalıştığı sırada. Ayrılırlarken Sevda ona yarın gece yeniden arka bahçeye gelmesini tembihlemişti, fakat Önder bir kez daha bu iyi insanların başını belaya sokmak niyetinde değildi. 'Buralarda bir yerde mutlaka onlar gibi başka iyi insanlar da olmalı' diye düşündü ve az ilerden gelen bir tıkırtıyla irkilerek yeniden koşmaya başladı. Koşarken korku ve yorgunluktan kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu. Yine de duramazdı. Durmamalıydı. En azından polisler bu kadar yakınındayken olmazdı. Yorgunluktan bitkin düşünceye dek ara sokaklarda koştu durdu. En sonunda bacaklarında derman kalmadığındaysa bir köşeye yığıldı. Öylesine yorgun düşmüştü ki birkaç saat önce bilemediği bir şeye çarptığı için şişen başı feci şekilde zonkluyordu. Daha fazla dayanamayacağını anladığında 'ne olacaksa olsun' diyerek kendini bıraktı ve biraz sonra da tekinsiz düşlerle bezeli rahatsız bir uykunun derinliklerinde kayboldu. Gece boyunca rüyasında birilerinden kaçmaya çalışacak, tam kurtuldum dediği anda da yakalanarak kendini yeniden kaçmak zorunda kaldığı bir döngünün içerisinde bulacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kuyu
Historia CortaKendini bildi bileli arkadaşlarıyla bir kuyunun dibinde yaşayan Önder'in gerçeği bulma arayışı.