Yeryüzü

16 2 2
                                    

Ceset torbasının içi karanlık, rahatsız edici derecede dar ve havasızdı. Öyle ki; Önder, 'Mezara girmek de böyle bir deneyim olsa gerek' diye düşünmeden edememişti. Neyse ki dolaşım ve solunum sistemlerini yavaşlatan ilaç, artık her neyse, çok daha düşük miktarlarda oksijenle de uzun süre idare edebilmesine imkân veriyordu. Aksi takdirde kısa süre içerisinde havasızlıktan ölmesi işten bile değildi. Adamlar onu sırtlandıktan sonra bir çeşit sedyeye yatırmışlar ve asansöre binerek yeryüzüne doğru yükselmeye başlamışlardı. Kulaklarındaki garip basınç farkından bunu açıkça anlayabiliyordu. Hiç aşina olmadığı bu garip hisler ve gürültüler eşliğinde yükselirlerken bir ara adamların kendi aralarında konuştuklarını işitti. İlk duyduğu ise gördüğü andan beri içinde garip hisler uyandıran o adamın sesiydi. Doktoru muhatap alarak seslenmiş ve "Raporu ne yapacaksın?" diye sormuştu. Karşılığında aldığı yanıtsa kısa ve özdü. "Bir şeyler hallederim." Kısa bir sessizlik oldu. Belli ki beraberindekiler nasıl halledeceğini açıklamasını bekliyorlardı. Gözlerin üzerinde olması doktoru tedirgin etmiş olsa gerek, gergin bir halde devam etti. "Kalp krizi yazarım olur biter. Sonuçta o sakatlardan biri. Kimse neden öldüğünü umursamayacaktır. Zaten bizimkiler dışında varlıklarından haberdar olan da yok. Değil mi?" Bu açıklama askeri üniformalı adamı memnun etmiş olmalıydı. Sesinden anlaşılır bir hoşnutlukla kısaca "Öyle" demekle yetindi. Komutanın hoşnutluğu doktorun da gerginliğini atmış olmalıydı. Bir anda çenesi açılmış, belli ki bir süredir aklından geçirdiği şeyleri dökülür olmuştu. "Rapora bile gerek yok öyleyse" dedi keyifli bir sesle. "Bir an önce kurtulalım şu pislikten, olsun bitsin!" diyerek gülmeye başladı. Bu sözler ekipte birtakım hoşnut mırıltılarla yanıt bulmuş, sonrasındaysa tüm ekip sessizliğe gömülmüşlerdi. Bir daha da yol boyunca belli belirsiz mırıldanılan şarkılar ve ıslıklar dışında kayda değer bir şey konuşulmadı. Asansör durduktan kısa bir süre sonra Önder, birilerinin kendisini sırtlayıp bir araca yüklemeye çalıştıklarını hissetti. Bunu yaparken o kadar özensiz ve homurdanarak yapmışlardı ki yarı felçli vaziyette yatıyor olmasa ayağa fırlayıp 'Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz ahmak herifler!' diye bağırabilirdi. Elbette böylesi bir çıkış tüm planlarını alt üst ederdi. Bu nedenle dilini bile kıpırdatamayacak kadar uyuşmuş olmasına şükürler etti. Bundan sonrası motor gürültüleri içerisinde geçen on – on beş dakikalık rahatsız bir yolculuktu. Üstelik sonlara doğru havasızlıktan ciğerlerine kramplar girmeye de başlamıştı. Neyse ki çok geçmeden araç durdu. Önder'i indirmeye başladıklarındaysa cildinde ufak karıncalanmalar başlamıştı bile. İlacın etkisi geçiyor olmalıydı. Biraz daha sabredip kımıldamadan, sessizce beklemeyi başarabilirse etrafta bu zindandan çıkmak için gerekeni yapmasına mani olacak kimse kalmayacaktı.

Gerçekten de az sonra Önder içerisinde bulunduğu ceset torbasıyla birlikte gelişi güzel bir biçimde fırlatılıp bir kenara atılarak, sessizliğin ortasında bir başına bırakıldı. Önder için hiç de hoş geçmeyen bu deneyim oldukça sert bir şeylerin üzerine yuvarlanarak birkaç yerinin birden incinmesiyle son bulmuştu. Havasızlık ve içerisinde bulunduğu ortamın sıcak ve dar yapısı onu o kadar bunaltmıştı ki artık saniyeler bile saatler gibi geliyordu. Neyse ki yuvarlanırken yüz üstü kalmamıştı. Öyle olmuş olsaydı işinin çok daha zor olacağını düşünerek şükretti. Homurtulu sesler eşliğinde çalışan motor kurtuluşun çok yakın olduğuna işaret ediyordu. Biraz daha bekleyip aracın uzaklaşmaya başladığından emin olduktan sonra harekete geçti ve bir süredir ağrılı da olsa hislerinin yerine gelmeye başladığı sol kolunu kımıldatmaya çalıştı. İlk anda hiçbir şey olmadı. Sanki sol kolu hiç olmamış gibiydi. Az daha çabaladı. Nihayet parmaklarının hareket ettiğini hissetmeye başlamıştı. Aynı anda fark etti ki artık gözlerini, kaşlarını ve dudaklarını da oynatabiliyordu. 'Bir şeyleri hissedebilmek ve azalarını kontrol edebilmek ne güzel bir duygu' diye düşündü, sanki sağ kolu olmayan kendisi değilmiş gibi. Yine de bir kolunun ve daha birçok organının sağlıklı biçimde çalışıyor olmasına sevinmişti. Ancak acele edip diz cebindeki çakıyı almayı başaramazsa boğularak ölecekti. Yavaş yavaş kendine gelen dolaşım sistemi nedeniyle eski düzeninde nefes almaya başlamıştı ki bu da daha fazla oksijen tüketimi ve bir o kadar da fazlasının ihtiyacı anlamına geliyordu. İçerisinde bulunduğu dar alanın izin verdiği ölçüde, güçlükle de olsa sol kolunu kaldırdı ve diz cebinin cırtını beceriksiz hareketlerle açmaya çalıştı. İlk birkaç denemesinde parmakları emirlerine riayet etmekten kaçınmış, fakat sonunda cebi açarak içerisindeki ahşap saplı, soğuk metale dokunmayı başarmışlardı. Son bir gayretle çakıyı kavradı, eliyle dışarı çekip karnının üzerine getirdi ve çakının düğmeli mekanizmasına basarak açılmasına müsaade etti. İnce bir 'klik' sesiyle açılan çakının sivri ucunu yukarıya gelecek şekilde çevirdi ve olanca kuvvetiyle ittirdi. Bıçak kolayca ceset torbasını delip geçmişti. Birkaç gelgit hareketiyle başını rahatça çıkarabileceği genişlikte bir boşluğun ortaya çıkmasını sağladı. Ancak aynı anda bembeyaz bir ışıkla gözlerinin kamaştığını hissetti. İçeriye dolan parlak gün ışığı karanlığa fazlasıyla alışmış gözlerine ilk anda fazla gelmiş, onu karanlıktan daha keskin bir körlüğün kollarına atıvermişti. Gözleri acı biçimde batıyordu, ancak havasızlık şu an için en büyük problemiydi ve bir an evvel bu durumdan kurtulmalıydı. Çakısıyla biraz daha çabalayarak torbayı baştan uca yırtmaya çalıştı. Fakat etrafını saran kör edici aydınlık dışında büyük bir sorun daha vardı ki o da etrafa yayılan berbat kokuydu. Birazcık hava için yanıp tutuşan ciğerlerine dolan hava hiç de umduğu gibi değildi. Ceset torbasının yırtılmasıyla korkunç bir koku ortamı sarmış, havasızlıktan kıvranan Önder'in ciğerlerini daha büyük bir ıstırapla doldurmuştu. Bir parça temiz hava alabilmek için derin nefesler alarak doğrulmaya çalıştı. Lakin bu çabası üzerinde durduğu yerdeki dengesini kaybetmesiyle sonuçlandı ve birden kendini yarı beline kadar ceset torbasına sarılı biçimde, ne olduğunu tam kavrayamadığı simsiyah bir tepenin üzerinden aşağı yuvarlanırken buldu. Kontrolsüz biçimde geçen birkaç turun ardından kendini toparlamayı başardığında gözleri göğe doğru bakar vaziyette, yorgun ve bitkin biçimde uzanmaktaydı. Attığı taklalar sırasında baştan ayağa kadar birçok uzvunu ne olduğunu kavrayamadığı o soğuk, sert tepeye defalarca çarptığından her yanı ağrımaktaydı. Üstelik gün ışığına alışık olmayan gözleri de acıyor, kırpıştırıp durmasına rağmen bembeyaz bir aydınlık dışında hiçbir şey göremiyordu. En sonunda bu çabasının boşa olduğunu kavradı ve sakin kalıp birkaç derin nefes alarak vücudunu dinlenmeye bıraktı. Kısa bir mola gerçekten de daha iyi sonuçlar vermişti. Bir müddet öylece sırt üstü yatıp dinlendiğinde gözlerinin önündeki renksiz zeminin değişmeye ve renklenmeye başladığına şahit oldu. Aslında ilk olarak algılayabildiği şey sadece bir renk değişiminden ibaretti. Az önceye kadar beyaz bir ışığa doğru baktığını sandığı düzlem mavi bir renge bürünmeye başlamıştı. Herhangi bir biçim veya şekilden uzak bu düzlüğün tam olarak ne olduğunu anlayabilmek için bir süre öylece bakmak zorunda kaldı, ama sonunda anladı. Karşısında uzanmakta olan uçsuz bucaksız gökyüzüydü. İlk defa bu kadar sınırsız, ilk defa bu kadar yakınındaydı. Bu keşfin vermiş olduğu heyecanla yerinden doğruldu. Artık yeryüzüne ilk bakışı atmanın vakti gelmişti.

KuyuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin