Multimedya, Airchost Croce ve Silver Odell. Şarkımız ise Willamette Stone, heart like yours. İyi okumalar ^^
*
İnsanların hangi mesleği seçeceğine alexandrialar karar verir.
*
Hayat bir şarkı gibidir. Önce ağır bir şekilde başlar, ortalarına doğru ritim ve ses yükselir ya da düşer. Sonra ses ve ritim düşer ve şarkı biter. Bense şu şarkının ritminin ve sesinin yükseldiği kısımdaydım. Ne zaman düşerim, bilmiyorum.
Yeryüzünün binalarının bulunmadığı bir kısmındayız. Burada bozkır adı verilen bitkiler var. Rüzgarla olan danslarında o kadar iyiylerdi ki sık sık onlara bakma ihtiyacı duyuyordum. Güneş, buradan yarısı olan bir yumurta akı gibi görünüyordu. Bakışlarımı zorla oradan ayırdım ve önüme eğildim.
Camdan esen ekim rüzgarı ortamın gerilimini azaltsa da, Jonathan'ın bakışları bu gerilimi arttırıyordu. İki yanımda oturan ikizler ise soğuk soğuk terler döküyordu. Neden burdayız, anlamamıştım bile. En son Beatrice Turner'ın yüzünü hatırlıyordum. Gerisi çok bulanıktı.
"Sizi neden buraya çağırdığımı biliyor musunuz, arkadaşlar?" diyen Jonathan, sessizlik anlaşmasını bozmuştu. Hepimiz hayır anlamında kafamızı sağa sola salladık. Konuşmaya gücümüz yoktu. Neden yeryüzündeki bu eski evdeyiz? Neden Jonathan bizi sorguluyor? Soru yağmurundan dolayı sanki birisi başımı yumruklamış gibi hissettim. Ne zaman böyle düşünsem başım çatlayacakmış gibi ağrıyordu. Sanırım düşünmemeye ve biraz nefes almaya ihtiyacım vardı. Ve oksijen baş ağrılarına iyi geliyordu. Kafam yerdeyken nefes almam zordu. Kafamı kaldırdım ve Jonathan'a baktım. O da menekşe moru gözleriyle bana bakıyordu ve bir anda ortamdaki gerilim yok oluverdi. Bir anda değişik bir şey oldu.
Yeryüzündeki gün batımından dolayı olan turuncu ışık kirpiklerini ve saçlarını sarartıyordu ve yüzündeki ince sakalları parlıyordu. Kalbim bu görüntü karşısında erirken aklım "Neden bu kadar kötü biri bu kadar güzel ki?" diyordu. Evet, bu güzelliği taşıyamayacak kadar çirkin bir yüreği vardı. Ama mor gözleri ilk defa bu kadar anlamlıydı ya da ben yakından gördüğüm için öyleydi. Kalbimi bir kuşun kanat çırpması kadar hızlı attırıyordu ve açıkçası konunun ne olduğunu unutmuştum. Ortamdaki gerilimi sanırım onun güzelliği unutturmuştu.
"Efendim?" diye bir sesle kendime geldim. Albert kafasını kaldırmıştı. İkimizde gözlerimizi kaçırmıştık. Az önce çok tuhaf bir şey olmuştu. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki derin derin nefes vererek kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Sonra tekrar ona baktım. Jonathan ise kollarını masaya koymuş, ellerine bakıyordu. Yanakları kırmızıydı ve bu durum nedense onu o kadar masum göstermişti ki bir an değerleri olmayan bir alexandria olduğunu unuttum.
"Sizin bana verdiğiniz serumun işe yaradığını söylemek için çağırmıştım." dedi. Bir an ortama döndüm ve soru soran kısmım kırmızı alarm vermeye başladı. "Serum derken?" dedim içimden. Beatrice Turner, ikizleri kan konusunda sıkıştırıyordu. Ayrıca bunları konuşacaksak benim burada ne işim vardı?
Birden gözümün bir görüntü geldi. Serum mu? Acaba bunun için miydi?
5 gün önce.
"Ketçap kafa, biz sandviç almaya gidiyoruz. Sakın önündeki mavi tüple oynama." Abraham biraz düşünür gibi yaptı. Albert ise bu sırada pembe beremi takmakla meşguldü. "Aslında hiçbirine dokunma." dedi ve Albert kafasına taktığı pembe bereyi çıkartıp benim görmediğim bir yere fırlattı.
"Aptal mısın? Pembe, kız rengidir." diyen Abraham'a Albert ile aynı anda göz devirdik. Bize göre renk renktir. Belirli ayırmalara girilmesi saçmaydı. Buna rağmen sesimi çıkarmayıp yeşil patatesime mayonez koyuyordum çünkü onları bu işsiz kavgayı yapacaklarını emindim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Evrim: Umudun Doğuşu
Science Fiction"Ve bir gün, insan kendi kendini öldürdü." Yıl 3156. Bütün yaşam formları sona erdi. 3 tanesi hariç. Katil insanlar. Zombi strainler. Ve mor gözlü şeytan alexandrialar. Peki bir insan ile alexandria aşık olursa ne olur? Aşk ile bütün sorunlar aş...