BEULİSS KRALLIĞI GERÇEKLERİ

267 91 85
                                    

1. BÖLÜM: (Düzenlendi)✔


BEULİSS KRALLIĞI GERÇEKLERİ

İNSANI İNSAN YAPAN RUHUDUR.

RUHU OLMAYAN HER ŞEY BOŞ BİR KABUKTAN İBARET OLMAYA MAHKUMDUR.

Sağda akan şelalenin yontulmamış hoyrat sesine kulak verdim, öylesine özgürce çağlayıp duruyordu işte. Oldukça yüksek bir yamacın dibinde, akan şelalenin üzerime sıçrayan damlalarıyla serinliği yüzümde hissettim. Şelalenin döküldüğü minik gölün üzerindeki ince sis tabakasında güneşin yansıttığı ışık kırılmalarıyla gökkuşağı oluşmuştu. Göl üzerinde küçük küçük dalgalar oluşuyor bu da gökkuşağında titreşmelere sebep oluyordu. Şelaleyi ve gölün etrafını saran orman ise Sakura Ağaçlarıyla eşsiz bir tablonun içindeymişim hissi uyandırıyordu. Kıyıda oturmuş, Sakura Ağaçlarının ilerisinden esen rüzgarın kucağıma taşıdığı çiçeğinin kadifemsi nazik yapraklarını okşuyordum. Gözüme sıçrayan bir damla bakışlarımı göle çevirmeme neden oldu. Gölün üzerinde ağırladığı sadece gökkuşağı değil, kiraz çiçeklerinin şanssızlarıydı da. Kim görse manzaranın harikalığına rağmen ‘Şelale işte, hepsi o kadar.’ derdi. Ama ben daha dokuz yaşımdayken bana; özgür bir ruhun ne denli değerli olduğunu öğretmişti. Bu yüzden ona herkesin aksine bir isim vermiştim "Özgürlük Şelalesi".

Zaten insanlar o zaman da sadece ruhlarını korumak için çabalayıp duruyorlardı. Başka şeylere vakit ayıramayacak kadar meşguldü zihinleri bu meseleyle. Bir şelaleye ya da herhangi başka bir şeye isim vermek kimin umurundaydı ki? Hak vermiyor da değilim şimdilerde onlara, ruhsuz olmak besbeter marazlı bir durum.

Bir kere; sevdiğin, birlikte yemek yiyip su içtiğin, gülüp eğlendiğin; teninin yumuşaklığını parmak uçlarında hissettiğin, sarılıp kokusunu içine çekerek öptüğün biri ruhunu kaybettiğinde; öyle veya böyle fark etmez, kaybettiğinde asla aynı kişi olmuyor! Ruhundan boşalan o hiçliğin dolmak için yanıp tutuşması ve bu cezbedici boşluğa yerleşmenin derdindeki kötülük gelip konuk oluyor o ruhsuz boş bedene! Ne kadar çabalarsan çabala nafile! Önce sevdiğin kokusu siliniyor hafızandan, sonraysa teninin hissettirdiği sıcacık yumuşaklık.

Bütün bu olanlardan sonra ne mi oluyor?

Sonra kötülük çoğalıyor, ruhları katleden ya da çalan kötü bir mahluk giderek hükmünü artırıyor Beuliss Krallığı'nda. Bu yüzden bir kayıp ruh eşittir karanlık bir ruhsuz demek bizim buralarda. Ruhunu kaybeden kişilerin sayısına paralel yükseliyor kötülük! Sadece ruh çalmakla da kalmıyor zulümleri, Karanlık Boyut'un zincire vurulmuş rutubet kokan kapısını aralamak için yanıp tutuşuyorlar da.

Ne lanetli bir dünya bu böyle!

Aklım yine zihnimin derin dehlizlerinde yolunu bulamazken Mirabend'in kaygısız sesi beni çekip çıkardı düşüncelerimden; "Selam Merîen, seni burada bulacağımı biliyordum! Neden sinirlisin?" derken o öfkenin kaynağının kendisi olduğundan nasıl bu kadar gafil olabiliyor ki anlamıyorum. Sabırsızca girdim söze, zira daha çok konuşacak gibiydi ama benim tahammülüm en çok da Mirabend'e karşı azdı.
"Zevzeklik etme Mirabend! Neyse derdin söyle çabuk! Vaktimden çalıyorsun!" dedim elimdeki kiraz çiçeğini göle atarken. Sarı saçlarını özensizce karıştırarak,
"Iı, peki, Kral Serial seninle görüşmek istiyor." dedi. Yine o insanı deli eden şapşal gülümsemesiyle.

Kralımız ve dertleri asla bitmiyordu! Sürekli bir çocuk gibi mızmızlanmasından bıkmıştım ama çaresiz gitmeliydim. Yüzyıllardır halkın saygısını kazanan tek kraldı ve içinde bir yerlerde çocuksu bir masumiyetin olduğuna hep inanmıştım, ama ne olursa olsun Beuliss'in kralıydı sonuçta. Zayıf yönlerini düşünmek ona saygı duymayı zorlaştırıyordu içimde.

Bu düşüncelerle oturduğum yerden doğruldum, beni izleyen Mirabend'e cevap bile vermeden hızla kılıcımı kınına yerleştirdim. El çabukluğuyla yerdeki heybemi de attım omzuma, yürümeye başladığımda hâlâ yerinde öylece dikilip duran Mirabend'e; "Ne bakıyorsun öyle, hadi yürüsene!” diye çıkıştım.

Mirabend, ben krallığın askeri olarak eğitimi tamamlayıp saraya geri geldiğimde; beni rakip bile görmeyip, onun yerine kraliyet ailesini korumak için nasıl olup da beni seçtiklerini anlamayarak epeyce küçümsedi önce. Sonra bir meydan okumada bulundu ve bu onun hayatının hatasıydı. Sonra bu uzun boylu sıska pisliği bir iki hamlede yerle bir ettim. Ela gözlerinde çakan kırmızı şimşekler hala kıkırdatır beni aklıma her geldiğinde. Son hamlemde dizlerimden biri gırtlağında, soluğu kesilmiş haldeyken, "Ya emrime girersin ya da senin o sarı saçlı kafanı koparıp köpeklere yem ederim!" dediğimde, çaresiz emrime girmeyi kabul etti. Çünkü aksi takdirde başını bedeninden gerçekten ayırabileceğimi biliyordu.

Sonraki zamanlarda; uzunca bir zaman hatta, kimsenin yüzüne dahi bakamadı. Biriyle karşılaştığındaysa, başını yere eğip; ince, kemikli parmaklarıyla ilgileniyormuş gibi yapardı.

Beuliss Krallığı'nın en adi düşüncesi kadınları hakir görmeleri değil miydi zaten? Krallığın en gözde askeri bir kadın! Ve ona meydan okuyan uzun boylu herifi üç hamlede yerle bir etti! Ne yapalım, aptalca davranıp meydan okumasaydı! Kimseye boyun eğmeyeceğimi göstermem için bence gayet güzel bir fırsatı ayağıma yuvarlayan kendisiydi. Sonrasında bu sıska heriften daha kalıplı salakları diktiler karşıma, anlamamakta ısrar ettikleri şey hepsinin sonunu hazırladı.

Bir kadını cesur ve güçlü yapan kaslı kolları değil ki; aklı, zekası ve onu küçümseyen kas kafalı ahmaklardı! Keyifle ve hırsla hepsinin çöküşünü hazırladım ellerimle. Sonra zaman içinde üç, beş, on derken en son yirmi yedinci kişi, yenilgisini kabul edip, saygıyla eğildi önümde. Yeşil gözleri mahcup bir saygıyla parladı bana bakarken. Evet işte böyle yola geldiler ve bana saygı duymayı da böyle zar zor kabullendiler.

"Merîen, neden gülüyorsun?" derken yine o eblek ifadeyi merakla harmanlayıp suratına kondurmuştu Mirabend.
"Sen neden bu kadar çok soru soruyorsun?"  Alaya alarak, eş zamanlı ellerimle ‘ağzını kapat’ dercesine dudaklarıma fermuar çekme hareketi yapmayı da ihmal etmedim.
Sadece baktı bir an ve sonra ağaçlık alanın bitimindeki taşa takılarak tökezledi.
". "
Bu haline göz devirdim ve, "Bende öyle tahmin etmiştim, susman senin için daha iyi olacak!" dedim.

Böylece Sarsak Orman'ı geride bırakarak; hemen ormanın bitişiğinde yer alan, gereğinden kat be kat büyük, meşhur Beuliss Krallığı’nın sarayına gelmiştik çoktan. Sarayın konumu derin ve dik bir uçurumun uç noktalarıydı. Doğu cephesi uçurumun dibinde Krasit Okyanusunun manzarasıyla bütünleşiyor, Batı kanadındaysa bir yanı ormanla kuşatılmış, diğer kısmı ise şehir meydanına bağlanan patikayı ağırlıyordu. Her gün onlarca kez arşınladığım bu yol, iki yanında nazlı nazlı salınan kan kızılı güllerin, kokularıyla insanı mest ettiği meşhur ‘Gül Geçidi'ydi. Buraya bu ismi veren de bendim. Kimsenin ilgisini cezbetmeyen şeylere duyduğum merak, isim vermek konusundaki takıntımla gurur duymamı sağlıyordu.

Ruhsuz olmanın sadece ruhun çalınmasıyla ilgili olmadığını bilenlerdendim. Bir yere ait olmak istediğim için, o yerdeki her şeye adlar koyardım. Tuhaf bir hazzı içimde yaşatıyordu bu alışkanlık. Ya da takıntı, artık adı her neyse...

Gül Geçidi’nin sonunda ise gri damarlı, siyah mermerden yapılma bol basamaklı merdiven, kendisini aşabileni; sarayın debdebeli kapısına ulaştırıyordu. Sarayın gotik mimarisini bu kapının etrafındaki geniş bol süslü ve işlemeli kemer en iyi yansıtan kısımdı. Kapı ise sarayın göğü delen uzun kulelerine oranla aynı ölçüde büyük fakat özellik bakımından oldukça ışıltılıydı. Bu kapıya güneş tam tepedeyken ya da tepeye yaklaştığı bir zaman diliminde bakmanın, göz sağlığına ne kadar zarar vereceğini anlatacak bir kelime bulamıyorum içimde. Sedefli ve ekstradan parıltılı, her an ışıl ışıl bu kapı; bir de güneşi göğüslediğinde, o ışığı yansıtmadan duramayacak kadar da haylaz olabiliyordu! Gözleri kör edecek kadar kamaştırmasının başka açıklaması var mı? Bilemiyorum. Kralımızın iç dünyasını yansıtmak için böyle bir kapı yaptırdığını düşünüyordum. Ne renkli bir kişiliği vardı. Mükemmel!
"Hatırlat da şu krala bu saçma kapıdan kurtulmasını söyleyeyim bir ara!" derken huzursuzca etrafta dolaşan askerlere hızlıca bir göz attım.
"Tamam, hatırlatırım. " diye cevapladı Mirabend baktığım yöne bakışlarını çevirirken.

Durdum, arkamdaki adamın müphem bir sırıtış yerleştirdiği suratına şaşkın bir ifadeyle baktım. Elleri ayakları telaşla ne yapacağını şaşırdı. Bu adam hep böyle düşünmeden konuşmayı nasıl başarıyordu ki? 'Ne?' diye soran bakışlarına göz devirip, haylaz kapıyı hızla geride bırakarak; ömrümden daha uzun olduğunu varsaydığım loş koridorda hızla ilerledim. Mermer duvarlar burada daha beyazdı. Yine içten kırılmış gibi görünen desenlere sahipti. Her şeyde olduğu gibi, duvarlar da sadelikten uzak ve karmaşanın kucağındaydı.

Büyük, yağlı boya portre tablolarda krallığın yedi ceddi yâd ediliyordu. Onlarca tablonun en canlı renklere sahip olanı, son Kralımız Serial'ı ağırlıyordu. Göz ucuyla tablodaki Kral Serial'a bakıp, bitmek bilmeyen koridoru arşınlamaya devam ettim.

Arkamdan koşar adım gelen Mirabend'in bana yetişmek için birbirine dolanan ayaklarının patırtısı iyice huzursuz etti ruhumu. Koridorun sonunda yer alan beyaz mermerden yapılmış geniş merdivenlerin, altın kaplamalı tırabzanlarına ince parmaklarımı sürterek yukarı tırmandım. Taht odasının hiç değişmeyen leylak, lavanta ve misk karışımı kokusu yüzüme çarptığında, ferah bir his bırakmayı yine başarmıştı.
Oyalanmadan reveransımı yapıp kralın huzurunda yerimi aldım.
"Gelmemi emretmişsiniz efendim, konu nedir?"
"Gel Merîen, Uzak Diyar'ın kralı Deiris'i karşılamanı ve ruhunun güvenliğini sağlamanı istiyorum!" demeye çalıştı fakat yersiz bir öksürükle bedeni birkaç sarsıntıya uğradı. Ne dediğini anlayarak ona cevap verdim.
"Peki efendim! Beuliss'e yaklaştılar mı?"
Yine o yüzeysel öksürükle konuştu;
"Hayır, henüz yola çıkmadılar. Uzak Diyar'a gideceksin. Oradan itibaren kervana sen eşlik edeceksin. "
Bundan hoşlanmadım, yerimde huzursuzca kıpırdanarak;
"Imm. Bunun benim için birkaç haftalık bir gidiş-geliş olacağının farkında mısınız?" dedim.
Umursamaz bir tavır takındı, az önce öksürmekten kızaran yüzü yavaştan pembeye çalmaya başlamıştı,
"Evet, biliyorum. Ama başka bir seçenek bırakmadılar."
"Gidemem efendim! Benim korumam gereken Kral sizsiniz! Uzak Diyar'ın Kralı, kendi taburundan birini ayarlasın!" derken onun umursamazlığına eşlik eden bir beden dili kullandım.
"Şu koca krallıkta sözümün geçmeyeceği tek askerim ve halkımdan tek kişi sensin. Kafanı uçurmalarını da emretsem gitmeyeceksin değil mi?" dedi yılgın bir ifadeyle.
Kendimden taviz veremezdim, aksi takdirde krallıkta kadın bir askeri ciddiye alan olmazdı çünkü.
"Üzgünüm, ama evet, gitmeyeceğim!"
"Tamam, Tairun gider öyleyse. Çekilebilirsin!"

  Neyse ki bu angarya işi de bundan öncekiler gibi Tairun'a yıkmayı başarmıştım. Bu düşüncenin muzipliğiyle reveransımı yaparak çekildim kralın huzurundan.

~☆~

Kralla konuşmak beni daima yoruyordu, enerji mi, aura mı her neyse, onda benimkiyle uyuşmayan bir şey olduğu kesindi. Yanından ayrılır ayrılmaz bezginlikle kendimi odama atmaya karar verdim. Krallığın yüksek kulelerinden doğu kanadındaki kulede bana tahsis edilmiş odama merdivenleri ikişer üçer tırmanarak çıktım. Küçük odam, karanlık sayılacak kadar loştu. Yuvarlak ahşap odanın, pencere ve kapısı karşı karşıyaydı; ikisinin ortasında, duvarın sağ tarafına dayanmış haldeki yatağımın pencereye bakan tarafına geçip oturdum. Dirseklerimle dizlerimden destek alarak ellerimi birleştirmiştim. Arada bir belim ağrırdı, böyle oturmak iyi geliyordu. Başımı ellerimin arasına alıp biraz soluklanmak niyetindeydim.

Derin bir soluk alıp bakışlarımı karşımdaki pencereden görünen berrak mavilikteki gökyüzüne çevirdim. Odamın en güzel süsü bu küçük pencereden görebildiğim gökyüzüydü. Sonsuz maviliğin koynunda kim bilir kaçıncı düşümü uyuttum. Ailem sanki o gökyüzünün hükümdarlarıydı, ikisi de ayrı bir tebessüm gönderiyordu bana oradan. Onların o güzel gülümsemeleriyle ışıldayan simalarının hayaline damladı gözyaşım. Dağıldı simaları zihnimde.

Özgürlük Şelalesine bu ismi verdiğim gün geldi aklıma yine; her gün olduğu gibi. Ruhunu yeni kaybetmiş bir kötünün ilk kurbanlarıydı, benim ailem.

Babam, Karanlık Boyut'un geçit bekçisiydi. Bir çiftçi kadar sıradandı bu iş, bu krallıkta. Geçidi açmak için çabalayan o kana susamış ruhsuz cani, bir katliamla ailemin ruhlarını katletti. 'Keşke fiziksel olarak ölselerdi!' diye diledim durdum yıllarca. Ruhlarını kaybedenlere neler yapıldığını biliyordum. Gözlerimin önünde olmasına gerek yoktu! Onlara olanlar herkesin dilindeydi zaten. 'Ruhsuzların kızı!' diye anıldım senelerce. Kendimi hep boş vermiştim de, ailemin ruhtan ırak bedenlerinin ıstırabını hiç bir zaman boş verememiştim.

Gözlerimden akan bir damla yaşın, cılız güneş ışığından bir sızıntıda parlayarak ahşap zemine düşüşünü izledim; bu ailemi özlemekten daha kolaydı.


Eveeeeetttt! Bence harika bir bölümdü♡~♡
Yazarken keyif aldım, umarım siz de okurken keyif alacaksınızdır:)

Lilara? Tairun? Carter? Beatriss ve Sea? Ve yaşlı Adele? Karakterler hakkında görüşlerinizi merakla bekliyorum?

Lilara'yı üstün kılan ne? Merîen'den neyin intikamını almak istiyor? Var mı bir fikriniz?

Fikirlerinizi, düşüncelerinizi ve sorularınızı bekliyorum yorumlarda:)

☆Yıldızlamayı unutmayın☆

Haftaya Pazar görüşmek üzere, şimdilik hoşçakalın diyorum:)

RUHÇELEN KARANLIK ÇEMBER (Artık Raflarda)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin