Kendime gelmekte güçlük çektiğim dakikalarda her şey bulanıklaşmıştı. En yakın arkadaşımdan yediğim bu ciddi ve unutulmaz kazık mideme oturmuştu. Birkaç adım geriye çekildim. Karşımdaki fotoğraf karesini görmeye katlanamıyordum. Bunu yapmış olamazdı. O böyle bir şey bekleyeceğim son insan bile değildi. Hissettiğim şey üzüntüden çok daha sinirdi.
Dicle dudaklarını Teomandan çektiğinde beni görmemesi için sağ tarafa doğru çekildim. Her an odadan çıkabilirdi. Beni görmemesini umuyordum. Bu kasvetli ortamdan çıkmak için kapıya doğru yöneldim ve beni duvara yaslanmış bir şekilde izleyen Savaşı gördüm. Ona bakmadan merdivenlere doğru geçtim. Yanından sıyrılırken kulağına fısıldadım.
''Gidelim burdan. İşimiz bitti.''
Merdivenlerden inerken istemsizce gülümsedim. Ağlanılacak durumuma gülüyordum ve bu da tuhafıma gitmişti.
Ah Dicle ahh. Ne diye bunu yapmıştı şimdi? Onun Leventi sevdiğini biliyordum veya bildiğimi sanıyordum. Teomanın bir suçu yoktu. O hiçbir şeyden habersiz kablolarla bağlı bir şekilde yoğun bakım odasında kalıyordu.
Kafamı bu konu ile yoracak halim yoktu. Düşünmem gereken birçok şey vardı. Ayrıca buraya da Savaşın iki sunduğu iki seçenek karşısında gelmiştim. Birincisini tükettiğime göre diğerini kullanma vakti gelmişti.
Dalgın bir şekilde yürürken dış kapıya geldiğimizi fark etmemiştim. Sensörlü kapı önümden yürüyen Savaşı görüp açılmıştı. Arabayı hastanenin park yerine park etmiştik. Köşeyi döndüğümüzde karşıdan gelen annemi görmem ile birlikte olduğum yere sabitlenmiştim. Beni görmemişti ve yanında siyah saçlı aralarına kır rengi serpiştirilmiş, uzun boylu, kırklarında olmasına rağmen hala dimdik yürüyen bir adam vardı. Kendinden emin tavırlarıyla hareket ettiği çok belli oluyordu.
"Anne!"
Bağırmam ile iki yüzün bana dönmesi bir oldu. Adam bana anlamını çıkaramadığım tuhaf bakışlar atıyordu. Annem ise şaşkınlığını gizleyememiş bir vaziyette bana odaklanmıştı.
"Hayat!"
Bana seslenişini o kadar çok özlemişim ki. Yanına gidip sarılmayı, kokusunu içime çekmeyi düşündüğüm sırada kır saçlı adam hızlı adımlarla bana doğru gelmeye başlamıştı.
"Cengiz hayır!"
Annemin bağırışı karşısında adamın hareketleri daha da hızlanmıştı. Cengiz mi demişti? Ah, hayır. Babam... On yedi yıldır tanımadığım babamın benimle derdi neydi?
"Savaş, götür onu buradan!"
Annemin ağzından dökülen kelimeler ile birlikte kolumdan tutan Savaşa karşı koymaya çalıştım. Babam benden ne istiyor olabilirdi ki? Bana o mektupları göndermemin amacı neydi? İstediği her neyse belki de konuşarak halledilebilir şeylerdi.
"Bırak! Bu işi halledebiliriz!"
Kolumdan tutan Savaşın eli boşlamıştı. Beni bırakacağını sandığım sırada iki eliyle kucağına aldı. Derin kahverengi gözlerinden bana gülüyordu. Gözlerideki bu gülümseme ağzından kahkahalarla döküldü.
"Hiçbir halt bildiğin yok. Ne işini halledeceksin?"
Savaş, koşar adımlarla park alanına doğru giderken bende beni attığı omzundan başımı kaldırarak arkamıza doğru baktım. Hala peşimizdeydi. Yorulmadan koşmaya devam ediyordu. Cengiz annemi tanıyordu. Annem Savaşı tanıyordu. Savaş da Cengizi tanıyordu. Benim ise tanıdığım tek kişi annem idi. Bu oyunun içinde etrafa salak salak bakışlar atan da ben oluyordum. Kurallarını bilmediğim bu oyunda konuşabileceğim tek kişi Savaştı. Şu an üzerinde durduğum hödüktü.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
KUMPAS
Romance... Renksiz dudaklar ve insanı derin bir uykuya çeken koyu kahverengi gözler.. Etrafına parfüm gibi yayılan ağır sigara kokusu.. Teslim olmamam gereken arzular.. Ve pes etmemem gereken bir savaş. ...