"... hayır o bir doğrusal fonksiyon, ax+b de gerisi geliyor zaten."
"f(x), x²'ye eşit ise nasıl doğrusal fonksiyon olabilir sence?"
"geri zekalı mısın sen?"
başım ağrıyor. hayvan gibi hem de. sırtım da. kim bağırıyor keçi gibi?
"sakin olun çocuklar, sınıftasınız. toparlanın biraz."
ne dersinde olduğumuzun farkında bile değilim inanır mısınız? hayır, uykulu olduğumdan değil. ne hakkında konuşulduğunu gerçekten bilmediğimden. salyam da akmış zaten. üstüne yazdığım şeyin. başlarlar dersine de fonksiyonuna da ya şimdi.
ben bunları düşünürken tenefüs zili çalıyor. acaba hangi dersteydik? öğle yemeği vakti gelmiş midir acaba? o kadar uyumamışımdır bence.
"lan kalk."
sırtıma batan 0.5 uçtan anlıyorum hemen kimin dürttüğünü. aptal macau.
"ne var ya ne var? ne dürtüyosun?"
uykumdan uyandım, huysuz olmam normal.
"ya kalk, yemeğe gitmiyor muyuz?"
cidden o kadar uyumuş muyum?
"ne var yemekte?"
"tavuk pilav, mercimek çorbası, ayran ve tulumba tatlısı."
onunla gelmem için tulumba tatlısını bastırarak söylüyor macau. beni etkiledi mi dersiniz? hayır tabii ki de.
"yok gelmiycem. atölyeye gidiyorum geliyor musun?"
"hayır tabii ki de."
"iyi. çıkarken bana da tulumba getir biraz."
"tamam."
telefonumu sıranın altından binbir güçlükle kimseye göstermeden alıyorum. ve yine evet, telefonumu sabah teslim etmiyorum. enayi değilim sonuç olarak.
kalkıyorum ve koşar adımlarla atölyeye doğru iniyorum. niye koşuyorum ben de bilmiyorum. bugün bir koşasım geldi.
kapının kiliyli olup olmadığına baktıktan sonra tıklayıp içeri giriyorum.
bilmediğim bir şarkı karşılıyor. inkar edemeyeceğim, gerçekten güzel bir ses. arkası dönük olduğu için kimin çaldığını anlayamıyorum. şu an hareket edip çalanın dikkatini de dağıtmak istemiyorum. birazcık dinlemek istiyorum. şarkıyı dinlerken arka profilden inceliyorum onu. lakosun üstüne deri bir ceket giymiş, hafif uzun saçları var. başka bir şey anlayamıyorum o açıdan.
ben kendimi kaptırmış izlerken duruyor birden.
"burası olmadı."
önünde kağıt kalem bulunan başka bir sandalyeyi çekiyor ve kalemi eline alıp kağıtta bir şeyleri karalıyor.
"hmm, oraya ne yapsak? şimdi, a-"
boğazımı temizleyerek kendiyle yaptığı tartışmayı bölüyorum.
arkasını dönüyor birden. işte o an görüyorum yüzünü.
güzel, gerçekten çok güzel bir yüzü var. teni de çok güzel. ne derler ona... zeytin rengi mi? bilmiyorum ama çok güzel. uzun uzun betimlemeler yapamayacağım kadar güzel. sadece, çok güzel.
ben kendimce çok romantik olan ama dışarıdan bakıldığında öküzün trene baktığı gibi onun güzel yüzüne bakarken bu sefer de o boğazını temizliyor garip gerilimi azaltmak için.
"efendim?"
"şey, gitarı çalıyor musun?"
geri zekalı chay. sence çalmıyor mu elindeki gitarı?
o da sorunun ne kadar saçma olduğunun farkında.
kibar olmaya çalışarak elindeki gitarı "görmüyor musun?" dercesine hafif kaldırıyor.
"tamam o zaman."
hiçbir şey demeden ışık hızında kapıyı çarparak terk etmeye çalışıyorum orayı. tabi bu kadar rezil haldeyken sweatshirtümün cebindeki telefonun yere güm diye düşmesi de illa ki gerekir. ki kapıdan çıkacakken fark ediyorum düştüğünü. geri dönüp alıyorum küçük bir "pardon" diyerek. ve bu sefer, başarılı bir şekilde, koşarak dışarı atıyorum kendimi.
kalbim güm güm çarpıyor utançtan. evet, utançtan. şu an utançtan olduğuna inanmak istiyorum. bacaklarım tartmıyor mu beni.
böyle olmamalıydı. gerçekten böyle olmamalıydı. bunun yaşanması şu an çok yanlış.
derin bir nefes alarak kalp atışlarımı yavaşlatmaya çalışıyorum. yavaşlamıyor; aksine istemsizce o an aklıma geliyor ve burnumdan doğru garip bir sıcaklık yüzüme, yüzümden de parmak uçlarıma kadar yayılıyor vücuduma. avuç içlerim terliyor.
böyle olmamalıydı. rastgele birine böyle birden düşmemeliydim. üstelik bu kadar rezil olduktan sonra... rezil biriyim, gerçekten rezil.
-
taslakta kalmasın