tepsiyi çarparak macau'nun yanına oturuyorum.
"n'oluyor lan? chay?"
çocuk, beni bu menü varken yemekhanede bir anda belirip tepsiyi çarpmama mı şaşırsın yoksa aralarında benim salak abimin de olduğu, abisinin arkadaşlarıyla oturduğu kalabalık masaya gelmeme mi...
derdim masanın kalabalık olmasıyla değil bu arada. bu gvc tiplemesi metalci grupla -gerçekten böyle bir müzik grupları var- görünmek istememem. kimse istemez.
"çok kötü şeyler oluyor macau, çok kotü..."
yemekhanenin diğer ucundaki duvara doğru boş boş bakıyorum. o da ne olduğunu anlamak için önce duvarın tarafina sonra eğilerek yüzüme bakıyor.
bu sırada at eti olduğundan şüphelendiğim "tavuklu" pilava daldırıyorum kaşığımı.
macau, yemekhanede çıkan etlere olan tavrımın farkında olduğu için yeni bir şok dalgasıyla daha karşılaşıyor.
artık dayanamayıp soruyor.
"iyi misin sen?"
"hayır."
yeşile dönmüş şüpheli mercimek çorbasına daldırıyorum kaşığımı.
"gerçekten değilsin."
okulun geri kalanını geçtim, midesi foseptik çukurundan farksız olan abim bile içmez bu çorbayı. o kadar kötüyüm yani.
en sonunda macau çorbayı önümden alıp yaka paça dışarı çıkartıyor. yüzüme vuran mart soğuğuyla biraz kendime geliyorum. aynı anda yemekhanede yediklerim de aklıma geliyor yavaş yavaş.
bahçenin tenha bir kenarına gidiyoruz macau ile.
"az önce ben ne yedim?"
"tavuklu pilav, 2 tane tulumba ve..."
"ve?"
diğerlerini kendinden emin bir şekilde sayarken bu sefer sesi kısıldıkça kısılıyor.
"mercimek çorbası..."
duyduğum an midem ağzıma geliyor ve ne var ne yok çıkartıyorum. kusmuğumu gören macau da kusmaya başlıyor. iki salak kusuyoruz öyle bir kenara. ikimizin de midesinde bir şey kalmayınca enkazdan biraz uzaklaşıp kenardaki çeşmede ellerimizi falan yıkıyoruz.
"noluyor gerçekten sana."
"macau..."
"'efendim"
"atölyede bir çocuk gördüm macau..."
"eee"
"afetti. gerçekten afetti."
ben bunları söylerken bahçenin daha iç kesimlerinde bulunan banklara atıyoruz kendimizi.
"nasıl biriydi?"
"'siyah deri ceket giyiyordu. koyu saçları... uzun koyu saçları vardı. zeytin tenli aşırı güzel bir çocuktu... bak hâlâ anlatırken tüylerim diken diken oluyor. harika bir şeydi macau."
"şu değil mi?"
uzattığı parmağı takip ediyorum. gerçekten o. arkadaşlarıyla oturmuş sohbet ediyor. çok güzel görünüyor. bir kere daha paldır küldür düşüyorum kendisine. sonra macau'nun mal gibi uzattığı parmağı görüyorum.
"lan parmakla göstermesene!"
eline vurup indirmesini sağlıyorum.
"kuzenim o benim bu arada."
ne?
"ne?"
"evet, amcamın oğlu."
"tanıştırsana!"
öyle bir hevesle söylüyorum ki bunu. normalde hayatta böyle bir şeyi -hele ki macau'dan- istemem. nereden geldiğini anlamadığım bir cesaret var şu an.
"yapamam."
"neden?"
"bayram ziyaretinde bile yüzyüze gelmiyoruz çocukla. daha beni tanımıyor doğru düzgün. ama tanıştırabilecek birini tanıyorsun."
beni ,macau'nun kendi bile tanımadığı kuzeniyle tanıştıracak kimi tanıyor olabilirdim? macau'nun bir tane amcası var onun oğullarından biri tankhun. o'ndan hayatta istemem, çok korkunç olur. öbürü zaten bu çocuk. diğeri de kimdi ya...
"kinn abi işte. abinin sevgilisi."
benim düşünerek kim olduğunu bulmama bakmadan söylüyor direkt.
"olmaz."
"ya ne demek olmaz. kalk gidelim yanına."
ayaklanıp beni de kaldırmaya çalışıyor.
"olmaz diyorum."
o metal grubundan birileriyke muhattap olmak ve bütün yıl abimin benimle dalga geçmesini istemiyorum açıkçası.
"geri zekalı mısın? ayağına kadar gelmiş işte firsat."
"asla olmaz macau. benden gidip bunu yapmamı bekleme."
"ya ama, bak şimdi-"
"ya hayır dediydem hayır, zorlama işte. rahat bırak beni."
bırakmadı.
-