başlangıç

36 13 2
                                    

gözlerimi açtığımda evimdeydim, başımda dayanılmaz bir ağrı vardı. güç bela yatağımdan kalkıp elimi yüzümü yıkadım. beynimin içindeki bu berbat ağrıdan kurtulmak için ilaçların olduğu kutudan ağrı kesici aradım ama bulamadım, sanırım sonuncuyu dün içmiş olmalıydım.

altımda gri bir eşofman, üstümde tişört, üstüne ceket. Saçlarım uzun ve dağınık kafamsa bulanık.. bir eczanenin önündeyim içeri girdim ve sert bir ağrı kesici istedim, eczacının tuhaf bakışları dikkatimi çekmişti, televizona bir göz attıktan sonra sesi titreyerek "b.. ben bir arkaya bakayım, he.. hemen getiriyorum." bu davranışlar oldukça tuhaftı, tabi arkamdaki televizyonda katil olarak aranan kendimi görene kadar... banka soygunu ve cinayetten... ben.. ufak bir şokun ardından kendimi dışarı attım.

böyle birşey nasıl olabilir anlam veremiyorum, ben.. ben hiç kimseyi öldürmedim ki. kafam iyice allak bullak olmuştu. bir süre olduğum yerde durup etrafıma bakındım. sonrasında kapüşonumu kapayıp eve geçtim, ne olduğunu, nasıl olduğunu, bana nasıl böyle bir iftira atıldığını bulmam lazımdı, öncelikle haberleri karıştırsam iyi olur gibiydi.

eve gelip haberleri açmamla kapı zilinin çalması bir oldu. buda kimdi şimdi? kapı yeniden tıklandı: "polis, hakkınızda ihbar var lütfen zorluk çıkarmadan kapıyı açın." acaba kapıyı açıp suçsuz olduğumu söylemeli miydim? ahh, hayır hayır hayır televizyonda resmim vardı bu aptalca olur, sanırım kaçmak tek seçenek. balkona çıktım, üçüncü kattan yere atlayamazdım. soldaki su borusu umarım sağlamdır.

yere ulaştığımda nereye olduğunu bilmeden yürümeye başladım. ayaklarımdaki ev terlikleriyle oldukça dikkat çekiyordum. 

"poyraz" diye seslendi biri. solumdaki sokaktan bir kız, -fısıldayarak- bağırıyordu; saçları kızıl kız, her yerde karşıma çıkmak zorunda mıydın sanki? 

o tarafa doğru yöneldim, kolumdan tutup kocaman gözleriyle gözlerimin ta içinden kalbime bakarak konuşuyordu sanki; "evi polisler mi bastı?"

"ne? ııı, evet. sen nerden biliyorsun?"

"ben nerden mi biliyorum, soygunu birlikte işlediğimizden olabilir mi acaba?"

"demek sende vardın? tek olduğumu düşünmüyordum zaten" bunu sesli düşünmüş olmam gerekiyor ki deli damgası yedim; 

"poyraz sen iyi misin? bana bak, polislere ötmedin değil mi?"

"ne? hayır tabiki, kafam bulanık biraz takma. ne yapıyoruz şimdi?"

"bende bilmiyorum ama diğerleriyle buluşsak iyi olur gibi."

"hep birlikteyken yakalanmamız daha kötü olmaz mı sencede?"

"orası da doğru, iyi seninle gidiyoruz o zaman hadi."

"nereye?"

"orasını düşünme gel."

kızıl saçlarını kapüşonun içine saklarken, bu kızın biyerlerden tanıdık geldiğine adım gibi emindim, bende kapüşonumu çektikten sonra elimden tuttu ve yürümeye başladık.

bazı yerlerde yürüyerek, bazı yerlerde koşarak, en sonda taksiye binip gideceğimiz yere yakın ama alakasız biyerde inerek gelmiştik bu kuş uçmaz kervan geçmez yere. tabi ismini yolda öğrendiğim üzere Lara'nın yakınlık algısını bütün gün tartışabilirdim, yaklaşık bir saat önce çok yaklaştık diyerek taksiden indiğimiz yerden kilometlerce uzaklaşmıştık desem yalan olmazdı sanırım.

"hadi hadi sızlanma az kaldı işte."

"bir saat önce de az kalmıştı lütfen, hem nereye gidiyoruz yol boyu söylemedin hala söylemeyecek misin?"

"geldik zaten şu ağaçların arkasında sayılır."

biraz daha yürüdükten sonra ormanın ortasında bir kulübeye geldik, tatlı şirin biyerdi ama yıllardır kullanılmadığı çok belliydi. kapıyı açmamızla farelerin ve böceklerin ordan oraya kaçışması bir oldu, yıllardır mesken edinmiş olacaklar burayı onlara da yazık, onlarda canlı sonuçta.

Lara: "yardım et de toplayalım şurayı biraz bir süre burda yaşayacağız sonrasında herkes kendi başının çaresine bakar artık."

" olur, temizleyelim."

kaba taslak bi temizliğin ardından aç olduğumuzu ve evde yiyecek hiçbir şey olmadığını fark etmemiz çok uzun sürmedi. kulübede eskilerden kalma bir yay ve birkaç ok vardı, Lara: "ok kullanmayı biliyor musun?"

"çocukluktan kalma bişeyler hatırlıyorum, eskiden hayranı olduğum bir spordu."

"burda spor yapmıyoruz canım, benimle gel."

dışarı ormana çıktık, kızıl kız yayını omzuna geçirmiş yürüyorduk. her bir ağaçtan farklı kuş sesleri yükselirken birine kulak kesildi, adımları yavaşladı, hatta bir süre gözleri kapalı ilerlediğini söyleyebilirim sonra bir yerde durdu, yayını çıkardı okunu kirişe sürdü ve önce bir sonra iki, ağaçtan iki tane kuş düştü, sanırım ok sanatına hayranlığım hala devam ediyordu, hatta ikiye katlanmış olması da muhtemeldi.

kulübeye döndük, ateşimizi yaktık, kuşları yolup ateşte kızartırken sormadan edemedim: "böyle ok kullananı daha önce görmemiştim, nerde öğrendin?"

"bu kulübenin sahibi dedemdi, o öğretti. merak etme sende yakında öğrenirsin." 

sözlerinin altında yatan bir gizem var gibiydi ama henüz çözmüş değildim. Lara, soyguna dair hiç birşey hatırlamamam normal mi?  biz tam olarak ne yaptık? diye sorasım geliyordu ama bir yandan beni de korkutuyordu olanları nasıl hatırlamam anlam veremiyordum. Lara'yla arkadaşlığımız nereye dayanıyordu mesela? ne kadar yakındık? bütün bunları kestiremiyordum ve bu gerçekten oldukça saçmaydı. ateşin başında karnımızı doyurduktan sonra "en az senin kadar benimde kafam karışık" dedi ve omzuma doğru uzandı Lara. açıkçası halimden şikayetçi değildim ve kafamdaki soruları bir süreliğine kenara bırakıp anın tadını çıkarmaya karar verdim.

bir okyanusun ortasında kayıkla kalmış gibi, büyük bir yapbozun ufacık bir parçasındayız...

Kafamdaki Sesler ve LaraHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin