Saat 22.00
Sabah erkenden kalkıp dün kar yağışının şiddetli olmasından dolayı dikkatli inceleyemediğim konağın geniş bahçesine daha yakından bakmak için dışarıya çıkacaktım. Kar yağışının şiddetini ölçmek için odamda bulunan pencereden dışarıya baktım. Karın dün akşamki halinden eser yoktu. Neredeyse hiç yağmıyordu. Kar yağışının bu denli belirsiz oluşu, evin mistik havasının sadece konağın kendisiyle değil, adeta özellikle seçilmiş gibi hissettiren bu dağın bu yamacının koşullarıyla da ilgili olduğunu gösteriyordu. Hızlıca odamda bulunan (daktilomu bıraktığım) çalışma masasının sandalyesine astığım pardösümü giyip kendimi konağın koridorlarına attım. Odamın kapısını biraz sert kapatmış olacağım ki kâhya Hans aniden odamın kapısının yanında belirdi. Saatin henüz 08.10 olduğu ve kimsenin daha uyanmamış olduğundan bahsetti. Bahçeye çıkmak istediğimi söylediğimde ise belli etmemeye çalışmışsa da biraz öfkelendiği her halinden anlaşılıyordu. Bana eşlik etmesi için bahçıvan David'i görevlendirmeyi ısrar etse de kabul etmedim(Sonradan öğrendiğime göre Bahçıvan David sonraki hafta dönecek şekilde evden ayrılmış.). En sonunda ısrar etmeyi bırakıp pes eden Hans yemek hazır olunca haber vereceğini söyleyip bana evin geniş işlemeli dış kapısına kadar eşlik etti.
Bahçe düşündüğümden daha genişti. İlk başta bulunduğum yerden şeklini tam anlamıyla kavrayamamış olsam da beşgen şekilli bahçede köşelere ilerleyecek şekilde beş farklı patika uzanıyordu. Konak ise geniş bahçenin en ortasında bütün ihtişamıyla boy gösteriyordu. Konağın ikisi arka tarafında olmak üzere dört yanında beş adet büyük işlemeli kapısı vardı. Beş farklı kapıdan uzanan beş patikanın her birinin nereye ulaştığını tek tek incelemek merakımın iyice artmasına neden oldu. Bahçenin belli noktalarında bulunan bazı yapıların ise ne olduklarını sormayı da ihmal etmedim. Evin arka tarafında kalan patikalar bahçe boyunca yayılmış ormanın belli bir alanında birleşiyordu. Patikaların birleştiği yer ile konağına arasındaki ağaçlığın sonunda devasa bir ağaç vardı. İlk karşılaştığımda o ağacın hayatımda gördüğüm en büyük ağaç olduğunu düşündüm. Birleşip tek patika haline gelmiş arka taraftaki patikanın sonuna doğru biraz daha ilerlediğimde çok da yer kaplamayan ama küçük de sayılmayacak bir kulübe gördüm. Kapısı kilitliydi. İçeride ne olduğunu merak ettiğimden konağa döndüğümde Hans'a sordum. Hans bahçıvan David'in bahçe aletlerinin o kulübede olduğunu ve insanların girip çıkmasının onu rahatsız etmesinden dolayı kilitli tutmayı seçtiğini söyledi. Kulübe sadece bahçe aletlerini tutmak için biraz fazla büyük gelmişti gözüme. Ama Hans'ın özensiz açıklamasını şimdilik kabul etmek zorundaydım. Evin sağ tarafındaki kapısı ise aşçı Antonio'nun mutfağından açılıyordu. Patikanın ilerisinde mutfağa çok da uzak olmayan bir kulübe daha vardı. Bu kulübe taştandı ve diğerinden daha sağlam görünüyordu. Sonradan öğrendiğime göre ise sadece kömür ve yakacak odunlar için bir depoymuş. Bahçedeki ağaçları kesip yakılacak odunları ayarlayan kişi de Bahçıvan David'den başkası değilmiş. Henüz tanışmamış olsam da hakkında çok şey duyduğum bu bahçıvanla tanışmayı dört gözle bekliyorum. Konağın sol tarafındaki patikanın sonunda ise yazlık oturma yerleri ve geniş bir çardak vardı. Yol boyunca yazın üzerinde güller açtığını tahmin ettiğim uzun sarmaşıklı metal bir kafes çevriliydi. Etrafı iyice incelediğimi düşünüp tam eve dönecekken konağın arkasındaki birleşen iki patikanın ayrı kısmında yeraltına açılan hafif eğimli bir çift kapı gördüm. Kapılar beni kendine çekiyordu. O an hiçbir şey düşünemedim ve kapılara doğru yürümeye başladım. Kapılara yaklaştıkça etraf zifiri bir sessizliğe büründü, öyle ki kendi kalp atışımı duymaya başladım. Hızlanıyordu. Kapılara yaklaştıkça içimde bir heyecan büyümeye başladı. Nedenini bilmesem de yüreğimi bir korku kapladı. Orada bir şey vardı. Öyle olmalıydı yavaşça kapılara yaklaştım. Kapılar kilitliydi ne kadar zorlamışsam da açamadım. En sonunda beni o korku halinden kurtaran kâhya Hans'ın sesiydi. Sesin yaklaştığını hissedince içimi kaplayan anlamsız endişe büyümeye başladı. Aniden içimde sanki beni burada görmemesi gerekiyormuşçasına bir his belirdi ve kapılardan uzaklaştım. Anlaşılan bana yemeğin hazır olduğunu söylemek için gelmişti. Sakince sesin geldiği yöne ilerledim ve kâhyayla birlikte eve doğru yola çıktık. Yolda Hans'a o kapının arkasında ne olduğunu sordum. Bir süre gökyüzüne bakıp düşündükten sonra orasının kiler olduğunu ama aynı zamanda fazlalık eşyaların da koyulduğu bir depo olarak kullanıldığını söyledi. Ama ben içten içe orasının kiler olamayacağını düşünüyordum. Eve tam girmek üzereydik ki birden yoğun bir kar yağışı başladı. Kahvaltı hazırdı. Yemek salonundaki geniş masada herkesin toplandığını ve en sona benim kaldığımı fark ettim. Masada dün görmediğim birkaç yeni kişi de vardı. Prens Leopold uzun masanın en başında, tam da bir soyluya yakışır biçimde oturuyordu. Sağında Lord Thomas. Sağında ise daha önce görmediğim genç bir kadın(sonradan öğrendiğime göre Düşes Emilia Bell) oturuyordu. Yanı boş olan eski Amiral Jonathan Smith sakin bir el hareketiyle yanına oturmamı işaret etti. Davetini kibarca kabul edip yanına oturdum. Yemek dün akşamkine göre daha kalabalıktı dün görmediğim beş yeni konuk daha ben bahçede dolaşırken gelmişti. Bunlardan birisi Rus asıllı General İvan Pyatrov'du. Görünüşü hayli sert ve samimiyete yanaşmayan birisi gibiydi. Bir diğer konuk ise başka bir petrol zengini olan Borris Manfred'di zenginliğini fazlasıyla gösteren çok gösterişli bir kıyafet giyiyordu. Bakışlarından etrafındaki herkesi küçümsediği belliydi. Ayrıca Olivia Peters, Ruth Bennett ve Veronica Boltt gibi soylu isimler de gelmişti. Lord Thomas'ın yanında ise karısı kontes Catherine Thomas oturuyordu. Bu kadar yeni gelen konuğun ve soyluların arasında ise beni en çok şaşırtan kişi benim gibi Britanya'da gayet ünlü olan başka bir gazeteci Ronald Jones'du. Ronald ile daha öncesinde bir tanışıklığımız olmasa bile gazetecilik kariyerim boyunca her zaman benim en güçlü rakiplerimden biri olmuştu. Onunla soylularla dolu bir sofrada karşılaşmak ilginç bir rastlantıydı. Özellikle de böylesine gizemli bir evde. Yemek boyunca herkes sessizce yemeğe odaklanmış gibiydi. Prens Leopold ise hüzünlü ama bir soyluya yakışır biçimde güçlüydü. Umutsuzca pencereden yoğunlaşan yağışa bakıp planlarını erkene çekmekle ilgili düşüncelerini sofradakilerle paylaştı. Yemek bittikten sonra herkes evin bir yerlerine dağıldı. Ben ise büyük salonda Amiral Jonathan'la uzun ama keyifli bir sohbet ettim. Beni soylu Veronica Boltt ve General İvan Pyatrov'la tanıştırdı. Anlaşılan Bay Smith, soylular arasında bile tanınan ve saygı duyulan birisi. Böyle büyük bir insanın bu kadar sıcakkanlı ve hoşsohbet oluşu beni epey şaşırtıyor doğrusu. Özellikle de orduda uzun yıllar görev yapmış birisi olmasına rağmen. Bayan Veronica ise en soyluların soyundan geliyor olmasına rağmen o da gayet alçak gönüllüydü. Genç yaşta ailesini kaybetmiş ve Boltt ismini ve getirdiği bütün sorumlukları kendisi tek başına sırtlanmak zorunda kalmıştı. O kadar strese rağmen zarafetinden hiçbir şey kaybetmemiş görünüyordu. Açık ara hayatımda gördüğüm en güzel kadınlardandı. Uzun kızıl saçları ve koyu kahverengi gözleri giydiği derin bordo elbiseyle büyük bir uyum içindeydi. Son olarak General İvan ise bana kalırsa tamamen görüldüğü gibi bir insandı. Kötü birisi olduğunu söylemek yanlış olur ama gayet sert ve fazlasıyla kibirliydi. Buna rağmen Bay Smith ile iyi anlaşıyor gibilerdi. Anladığım kadarıyla çocukluklarını birlikte geçirmiş ve ikisi de asker olma hayaliyle büyümüşlerdi. Uzun uzun geçmişten ve savaşlardan bahsettiler bazı üzücü anılarını ve istedikleri gibi gitmemiş olayları anlattılar derken Zaman hızla akıp geçmişti. Güneş neredeyse batmak üzereydi. Akşam yemeği için yine herkes yemek odasına toplandı. Herkes hızlıca yemeğini yedi ve teker teker masadan ayrılıp odalarına dağıldı. Ronald masadan kalkıp sandalyesini düzeltirken bana sert ve nefret dolu bir bakış attı. Masada son kalan kişi Prens'ti yavaş ve hüzünlü bir şekilde karın yağışını izleyerek yemeğini yiyordu. Ben de yemeğim bittikten sonra fazla beklemeden Prens'e ve Amirale iyi akşamlar dileyip odama çekildim. Odamda bir süre sakince bugün olanları ve o çifte kapıları düşündüm. Orada ne olduğunu fazlasıyla merak ediyordum. İçimden bir ses asla öğrenemeyeceğimi söylüyordu. Bir süre daha bu şekilde dalgınca düşüncelerimi düzenlemeye çalıştıktan sonra günümü kâğıda dökmenin iyi geleceğini düşünmüştüm. Aslına bakarsanız öyle de oldu. Şu anda bu satırları daktilomda tuşlarken epey hafiflemiş hissediyorum. Dışarıdaki fırtınanın yoğunluğu ziyadesiyle artmış da olsa bu düşünceleri yarına bırakıp sadece uyumalıyım belki de.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Marcus Fritz'in Günlüğü: Morris Konağı
Gizem / GerilimGazeteci Marcus Fritz davet edildiği Morris Konağının gizemli geçmişini gün yüzüne çıkartmak ve merakını açıklığa kavuşturmak için araştırmalar yapar muhtemelen devam etmeyecek