Kollarımı önümde birleştirip odadaki büyük pencerenin pervazına yaslandım. Biraz önce camı açmak için oldukça çaba sarf etmiştim ama kilitliydi. Kırsam bile anında adamlar buraya toplanır bir şekilde yine beni kıstırmanın yolunu bulurlardı.
Odanın da kapısını kilitlemişlerdi. Bu olanlara inanmak güç... Sanki az sonra uyanacağım ve her şey rüyaymış. Ama işte her şey son derece gerçekti, sıkıntı bu.
Gökyüzüne baktım. Hava kararmıştı. Endonezya'da bu saatlerde hava hala aydınlık oluyor. Güney Kore'den iki saat gerideydi. Şimdi orada olsaydım babam ve köpeğimiz Finn ile akşam yemeği öncesi bahçede frizbi oynuyor olurduk.
Kafayı yiyeceğim gerçekten! Ne işim var benim burada?
Bulunduğum durumun bir kez daha farkına varıp sinirle odanın içerisinde dolaşmaya başladım bir çözüm yolu düşünürken. Bir de bana oda yaptırmıştı... Resmen her şey planlı!
Oda krem rengi ağırlıklıydı. Duvarlar, dolaplar ve makyaj masası krem rengi iken, yatak örtüsü ile dolapların kulpları kahve rengiydi. Yastıklar ve yerdeki tüylü halı ise acı çikolata. Ayrıca odada bir de banyo vardı. Orası da aynı renklerden oluşuyordu. Banyosu normaldi fakat oda kocamandı.
On sekiz yaşında bir kızın, özellikle de benim gibi bir kızın tek başına yaşayamayacağı kadar büyük! Ben ne yapayım burada Tanrı aşkına?
Endonezya'daki evimizde benim odam fazla büyük olduğu için babama o odayı çalışanımız Fatima ve kızına vermemizin daha doğru olduğunu söylemiştim, çünkü benim için gerçekten çok büyüktü. Anne kız orada çok rahat etmişlerdi. Fazla eşyası olan, gereksiz alışveriş yapan biri olmadığım için onların küçük odası da bana yetmişti.
Bu odayı benim için ayarlamıştı, çünkü beni tanımıyordu bile...
Tanımadığı kızına kendince bir hayat dizayn ederken her şeyi kendi kafasına göre yaptığının farkında mıydı acaba?
Biraz odayı karıştırdım; dolapları, çekmeceleri vesaire. İşe yarar hiçbir şey yoktu. Dolapta bedenim bile bilinmeden alınan birkaç elbise, tişört, kazak, eşofman, etek ve pantolon vardı. 38 Numara ayakkabılar ve birkaç çanta. Dipnot; ayaklarım 37 numara.
Üç tane günlük, iki tane okul ve bir tane de bez spor çantası vardı.
Çekmecelerde ise kırtasiye malzemeleri. Defter, kitap falan. Makyaj masasının üzeri zaten takılar ve malzemeler ile doluydu.
Tüm bunları yapmış ve sessizce kabul etmemi beklemişti. Fikrimi sormadan benim için bir sürü şey almıştı. Burada kalmayı kabul edeceğime emindi. Giderken de bana sormamıştı zaten.
Sarıldı, gözyaşlarımı sildi.
"Seni almak için geri geleceğim bebeğim, söz veriyorum. Anneler sözlerini tutarlar."Sadece bunu söylemiş ve kapıdan çıkıp gitmişti. Peki sözünü tutması neden sekiz yıl sürdü?
O sekiz yılda neden bana ulaşmadı veya ona ulaşmam için bir işaret bırakmadı? Böyle yaka paça buraya getirilince her şey tamam olmuyordu.
Buradan çıkmamı sağlayacak bir şey bulamadığımda sinirle odanın ortasında durup ofladım. Babam kaçmamı söylediğinde panikle çantamı bırakıp kaçtığım için telefonum da orada kalmıştı. Hoş, yanımda olsa bile bu adamlar telefonumu da alırlardı ya benden... Neyse.
Ne yapacağımı bilemez vaziyetteyken odanın kapısı açıldı. Beni buraya kapatan hizmetli kadın gelmişti. Ona da sinir olmuştum.
"Bayan Joo sizi yemeğe bekliyor."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DAUGHTER | Hwang Hyunjin
FanfictionMeg, Güney Koreli bir anne ve Endonezyalı bir babanın tek kızıydı. Annesi kariyerini ailesine tercih edip Kore'ye döndüğünde Meg on yaşındaydı. Yaklaşık sekiz yıl sonra Bayan Joo yüksek statüsünün verdiği güç ile kızını kaçırmış ve velayet davası so...