Bölüm 11

74 16 130
                                    

6 Yıl Önce

Bonnie'nin anlatımıyla.

"Hala bir haber yok mu?"

"Maalesef, oğlunuzu bulmak için elimizden geleni yapıyoruz fakat, bir yıl oldu. Ümidinizi kesseniz iyi olur. Yaşadığından bile emin değiliz."

Bu cümleleri duyduktan sonra sırtımdaki çantanın iplerine daha çok asıldım. Burası beni geriyordu, çok fazla geriyordu hemde.

Son bir yıldır olduğu gibi bugünde karakoldaydık. Kardeşimin kaybolmasının üzerinden tam bir yıl geçmişti. Koskoca bir yıl. Annemle her sabah umutla karakol kapısının önüne gelirdik. Her seferinde de aynı cevabı alırdık.

Halâ arıyoruz, bir gelişme olursa sizi bilgilendireceğiz.

Ancak annem ümidini asla yitirmiyordu. Her sabah inatla o karakolun kapısına dayanıyordu. Onu yalnız bırakmak istemediğim için bende onunla geliyordum. Kardeşimin kaybolduğu günden beri toparlanamamıştı annem. Babam ise eve hiç uğramaz olmuştu. Onlar bu haldeyken bende kendimi bırakamazdım. Onların yanında olmalıydım. Evet, kardeşimin bir anda ortadan kaybolması beni de çok kötü etkilemişti ama toparlanmalıydım. Açıkçası başarmıştım da. İlk birkaç ay benim için çok zordu. Her gün ümitle kardeşimden bir haber gelmesini bekliyordum. Ancak o haber hiç gelmedi. Bende o yokken ondan kalan en değerli şeye sarıldım, bana geçen doğum günümde aldığı küçük atlı karıncaya.

Her gece o atlı karıncaya sarılıp saatlerce ağladım. Hep geri döneceğini düşündüm. Uzun bir süre beni ayakta tutan tek şey bu düşünce oldu. Benim canım kaybolmuştu çünkü. Küçüklüğümden beri her daim yanımda olan oyun arkadaşım kaybolmuştu.

Canım yanıyordu, hemde hiç olmadığı kadar çok yanıyordu. Ama insan her acıya zamanla alışıyordu, değil mi? Bende alışmıştım. Edward olmadan yaşamaya değil, onun acısıyla yaşamaya alışmıştım. Ama içimde ufak da olsa halâ bir umut kırıntısı vardı. Ama ben hergün bu karakola gelerek o umudu parçalıyordum. Şimdi ise o umudu tekrar yerle bir etmiş bir şekilde çıkmıştım karakoldan. Annem yanımdaydı, ağlıyordu. Bir yıldır gözyaşları hiç durmamıştı zaten.

Karakol kapısından dışarı bir adım atar atmaz derin bir nefes aldım. Yanımda ağlamaktan bitap düşen anneme döndüm.

"Ağlama artık, yakında bir haber alacağız, ben inanıyorum. Sen şimdi eve gidip biraz dinlen." Tek eliyle gözyaşlarını sildikten sonra kafasını evet anlamında salladı.

"Tamam, sen merak etme beni. Hadi okula geç kalmadan git." Tek kelime etmedim. Sadece başımı sallayıp okuluma doğru yol aldım.

Okula gitmekten nefret ediyordum. Zaten kafamın içi bu kadar doluyken birde derslere vakit ayırmak canımı sıkıyordu. Ama mecburdum. Söylene söylene okula ilerlemeye devam ettim.

15 dakikalık bir yürüyüşün ardından okula varmıştım. Dersimin başlamasına henüz 10 dakika vardı. O yüzden pekte aceleci olmayan adımlarla sınıfıma ilerledim. Sırama oturduğumda sıra arkadaşımın sınıfta olmadığını gördüm. Büyük ihtimalle bahçedeydi. Çantamı yerine yerleştirdikten sonra dalgın gözlerle sınıfı incelemeye başladım. Tahta, sıralar, öğretmen masası... Can sıkıntısından herşeyi inceliyordum. Derken gözüm birşeyde takılı kaldı. Sınıfın bir köşesinde asılı duran takvim.

SOTERİA (Milvus Adası) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin