İnsan tüm hayatını geride bırakıp tehlikeler ve bilinmezliklerle dolu bir yolda yürümeye başlayınca anlamlandıramadığı bir his yapışıyordu üzerine. Ne olduğunu anlayamıyorduk. Korku mu, heyecan mı, yoksa tedirginlik mi? Hiçbiri, bu his hepsine benziyordu ama onlardan hiçbiri değildi. Daha çok bir boşluk gibiydi. Bu karanlık yoldan korkan ama inatla bu yolda yürümeye devam eden bizim her zerremizde vardı bu his mesela. Korkuyor muyduk? Hayır. Peki geri dönmek istiyor muyduk? Asla. Ne hissettiğimizi, ne yapmak istediğimizi bizde bilmiyorduk. Tek bildiğimiz bu yolda bir gaye uğruna savaşmamız gerektiğiydi. Ve biz bunu istiyorduk. Savaşıp zafer bayrağını elimizde tutmak istiyorduk. Bu yüzden korkmuyorduk, bu yüzden geri dönmek istemiyorduk. Ama içimizde anlamlandıramadığımız bir his vardı. Yani, en azından ben böyle hissediyordum. Ama diğerlerinin de benim gibi olduğunu düşünüyordum. Çünkü gözlerinde görüyordum bu duyguyu, sonuna kadar savaşma isteği ama bilinmezliklere karşı bir çekingenlik vardı gözlerinde. Bu gün ise, bu bilinmezlik bir nebze de olsa azalacaktı. Çünkü bu gün Edward'ın ruh parçasının saklı olduğu yere ulaşacağımızı tahmin ediyorduk. Aslında bu konuda onun için biraz endişeliydim. İlk deneyim, ilk korku, belki de ilk acı. İlk o tadacaktı bu duyguyu. O da tedirgindi, bunu biliyordum. Söylemese bile anlayabiliyordum. Hepimiz anlıyorduk. Buradaki herkes birbirini gözlerine bakarak dahi anlıyordu. Birbirimize bağlanmıştık. Hemde çok bağlanmıştık. Sanırım, bu bağlılık sonsuza kadar sürecekti.
Uyku tulumunun içinde muhteşem gölü izlerken aklımdan türlü düşünceler geçiyordu. Diğerleri henüz uyanmamıştı. Bende onları rahatsız etmek istemediğim için sessizce gölü seyretmeye başlamıştım. Bu göl hikayesini duyduktan sonra daha bir farklı geliyordu gözüme. Proditio Gölü, gerçekten adı ile hikayesi güzel bir uyum içerisindeydi. Şimdi ise aklımdan tek bir şey geçiyordu; bütün bu olaylar bittikten sonra buraya gelip yüzme öğrenmek.
Gölü izlerken yan tarafımda bir hareketlilik hissedip o tarafa döndüm. Ve yeni uyanmış, uyku mahmurluğuyla etrafa bakınan Chris'i gördüm. Uykulu gözleri beni bulduğunda hafifçe gülümsedim.
"Günaydın."
"Günaydın, yeni mi uyandın?"
"Sayılır." Uyku tulumundan çıkıp doğruldu. Bende aynı şekilde uyku tulumundan çıktım ve yanımdaki göle ilerledim. Gölün hemen yanında durduğumda gözlerim yansımamla birleşti. Yorgun görünüyordum. Ama aksine,çok iyi hissediyordum. Sanırım bugün için heyecanlıydım. Üzerimdeki bu enerji buradan geliyordu.
Göle eğilip soğuk suyla elimi yüzümü yıkadıktan sonra diğerlerinin yanına döndüm. Chris Alex'i uyandırmış, Bonnie'yi uyandırmaya çalışıyordu. Bende Teressa'nın yanına gittim. Kıvırcık saçlarını uyuyan yüzünden çektim. Yüzünde rahatsız bir ifade vardı. Ona seslendim.
"Teressa, uyan hadi." Rahatsız olmuş gibi mırıltılar çıkardı. Uyanmamıştı. Adını tekrar seslendim.
"Teressa." Mırıltılarının sesi yükseldi, derin nefesler almaya başladı. Sanırım kabus görüyordu. Bu sefer omuzlarından hafifçe dürterek uyandırmaya çalıştım. Ne yaparsam uyandıramıyordum. Yakınlarımdan gelen ayak sesleriyle başımı o tarafa çevirdim. Alex çatık kaşlarla Teressa'ya bakıyordu. Ardından gözleri beni buldu.
"Nesi var?" bilmiyorum der gibi omuzlarımı kaldırdım.
"Uyanmıyor, sanırım kabus görüyor." Alex de yanıma eğilip Teressa'ya seslenmeye başladı.
"Teressa, uyanmalısın. Teressa, beni duyuyor musun?" Ona seslenirken aynı zamanda onu dürtüyordu. Bu sırada diğerleri de uyanmış uykulu gözlerle Teressa'ya bakıyorlardı. O ise hala uyanmamıştı. Alex halâ onu uyandırmaya çalışıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SOTERİA (Milvus Adası)
Fantasy"Sonu görünmeyen sisli bir yolda ilerlemeye başlamıştık, yolun sonunda ne ile karşılaşacağımızı hiçbirimiz bilmiyorduk. Belki bir savaş bekliyordu bizi, belki mutlu bir son. Belki can alacaktık bu yolda, belki can verecektik. Dedim ya, sisliydi bu y...