Hani bazı anlar olur ya, bir şeye ulaşmak için deli gibi çaba gösterirsiniz ama bütün o zorlukların ardından istediğinize ulaştığınızda garip bir duygu hissedersiniz. Bir yanınız başarının gururunu yaşarken diğer yanınızda bir boşluk oluşur. Şuan tam olarak böyle hissediyordum. Bu zamana kadar birçok badire atlatmıştık, amacımız ruhlarımızı hapsedildiği eşyaları bulmaktı. Şimdi, amacımız ulaşmıştık. İlk parça ellerimizdeydi. Ancak ben ne hissetmem gerektiğini kestiremiyordum. Bunca şeyle bu eski saati bulmak için uğraşmıştık. Ancak onunla ne yapacağımızı bilmiyorduk. Parçalamamız mı gerekiyordu onu? Yoksa yakmalı mıydık? Hiçbirimiz bu sorunun cevabına ulaşamamıştık. Sanki cevabı birbirimizde arıyorduk. Yaklaşık on dakikadır bir cevap bulmak için birbirimize bakıyorduk. Bu sessizlik gergin bir hava oluşturuyorum. Sessizliği bozan tek şey şelalenin sesiydi. Alex daha fazla bu sessizliğe tahammülü kalmamış gibi sesli bir şekilde nefes verip konuşmaya başladı.
"Ee? Şimdi ne yapıyoruz?" Bunu bende merak ediyordum. Saat Edward'ın olduğu için hepimizin bakışları onu buldu. Ne yapacağını bilemez bir şekilde saate bakıyordu.
"Bilmiyorum, ruha ulaşmaya o kadar odaklanmıştım ki buradan sonrasını düşünmemiştim."
"Saati parçalayıp yok etsek olmaz mı?" diye bir fikir sundu Teressa. Edward başını iki yana salladı.
"Eğer yapmamız gereken bu değilse ve saati yok edersek ruhu tamamen kaybederiz. Böyle bir riske giremem." Bakışlarım onu bulduğunda gözlerinde korku gördüm. Endişeliydi. Haklıydı da, elinde ruhundan bir parça tutuyordu ve onu nasıl kurtaracağımızı bilmiyordu. En ufak bir hatamız ruhu kaybetmemize neden olabilirdi. Bu durumda korkması gayet normaldi, onu anlayabiliyordum.
Herkes tekrar saate odaklanınca bende ümitsizce gözlerimi küçük mağaranın içinde gezdirdim. Köşede cılız, mavi bir ışık farkedince bakışlarımı o tarafa yoğunlaştırdım. Işık çok azdı ancak bu karanlık mağarada kendini az da olsa belli ediyordu.
" Hey, şuraya baksanıza." Diğerlerinin de dikkatini ışığın olduğu tarafa çektim. Hepsi pür dikkat cılız ışığa bakıyordu. Işık o kadar zayıftı ki her an yok olabilirdi.
"Bu da ne böyle?" Kaşlarını çatarak soru soran Chris'i cevapsız bıraktık çünkü bizde ne olduğunu bilmiyorduk. Edward heyecanlı bir şekilde konuşmaya başladı.
"Görmeden bilemeyeceğiz." dedi ve ilerlemeye başladı. Biz de peşinden gittik.
Işığın olduğu tarafa gittiğimizde neden bu kadar zayıf olduğunu anlamıştık. Işık zayıf değildi. Yan tarafa doğru ilerleyen bir tünel vardı. Işığın kaynağı o tünelde olmalıydı. Önce tedirginlikle birbirimize baktık ama başka çaremiz olmadığını anlayınca temkinli bir şekilde ilerlemeye başladık.
İlerledikçe ışık daha da artıyordu. Korkmaya başlamıştım. Yanımda yürüyen Laura da benimle aynı duyguları paylaşıyor olmalıydı ki tedirgin bir şekilde koluma girdi. Bende destek almak için elini sıktım.
Tünel gittikçe genişliyordu. Bir süre daha ilerlediğimizde ışığın asıl kaynağını bulmuştuk. Büyük bir ışık topu vardı karşımızda. Hepimiz yan yana durmuş karşımızdaki ışık huzmesine bakıyorduk. Bu da neydi böyle? Şoka girmiş gibi gözlerimi ışıktan alamıyordum.
"Nedir bu?" diye soran Bonnie içimden geçen soruları sormuştu. Edward gözlerini ışıktan ayırmadan cevap verdi.
"Bilmiyorum, şimdi ne yapacağız?" Bu sorusu cevapsız kalmıştı. Hiç birimiz ne yapacağımızı bilmiyorduk. Bir an aklıma gelen bir detayla gözlerim ışıldadı. Ümitle diğerlerine döndüm.
"Kitap," dedim heyecanla "Kehanet kitabındaki sayfalardan birkaçı açılmış olamaz mı? Belki o bize yol gösterir." Bu sözlerimle diğerlerinin gözleri de umutla doldu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SOTERİA (Milvus Adası)
Fantasía"Sonu görünmeyen sisli bir yolda ilerlemeye başlamıştık, yolun sonunda ne ile karşılaşacağımızı hiçbirimiz bilmiyorduk. Belki bir savaş bekliyordu bizi, belki mutlu bir son. Belki can alacaktık bu yolda, belki can verecektik. Dedim ya, sisliydi bu y...