Allah sevdiği kulunu nezarethaneye düşürmesin. Soğuk olarak nitelendirmek az kalırdı burası için. Çok fazla soğuktu. Sabahleyin evden çıkarken İstanbul soğuğunu umursamadığım için fazla kalın giyinmemiştim. Şimdi makberi andıran, dört köşeden kapana kıstırıldığımız demir parmaklıklar arasında cezasını çekiyordum.
Gerek kendi eylemlerimiz olsun, gerek solcu aile yapım olsun, hepsinin sayesinde nezarethane ve hapishane gibi dört duvarlar konusunda deneyimliydim. Lise son sınıfta girdiğim bir kavgadan ötürü nezarethaneye düşerek ilk defa tatmıştım oranın acısını ve soğuğunu. Yıllar öncesinde ise Türk Barışseverler Cemiyeti'nin Menderes Hükûmetini, TBMM kararı olmadan Kore'ye asker göndermesi sebebiyle protesto eden annem Yozgat'a sürgüne gönderilmiş, babam ise hapis cezası ile çarptırılmıştı. Bu yüzdendir ki hapishanelerle daha küçükken tanışıklığım vardı. Tabi bu senenin Nisan ayında yaptığımız eylemlerimiz yüzünden üç ay hapis yatmıştım. İşte o zaman hapishaneyi daha yakından tanımıştım.
Kavgamız sonlandığında önce Rektör'ün odasına, ardından onun şikayeti üzerine polisler eşliğinde nezarethaneye gelmiştik. Şerefsiz rektör, boykot girişimimizden ötürü bu kavgamızı fırsat bilmişti. Bizlere nasıl karşılık vereceğini iyi biliyordu. Bu karakolun işkenceleri halk efsanesi gibi kulaktan kulağa yayılırdı. Demek ki onun kulağına kadar gitmişti.
Bizi alıp doğruca İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne getirmişlerdi. Önce kimlik tespiti yapıp üstümüzü aradılar. Kıyafetlerimiz dışında her şeyi aldıktan sonra üstünkörü bir sorgudan geçirdiler. Bu ilk sorguda, neden kavga ettiğimiz, hangi eylemlere katıldığımız ve kimlerle katıldığımızı soruldu.
Solcular olarak hepimiz, hiçbir eyleme katılmadığımızı, basit bir sağ-sol çatışması olduğunu söylemiştik. Her cevabımızı anlaşarak söylemişiz gibi duruyordu. Zira daha önceden yaptığımız toplantılarda eğer bir gün yakalanırsak, sorgulanırsak hiçbir suçu üstlenmeyeceğimizi konuşmuştuk.
Bu ilk ve kısa sorgulamadan sonra bizi nezarethaneye getirip biraz hırpaladıktan sonra yanımızdan ayrıldılar. Bir süre sonra sağcıları da getirdiler ve onlara da aynı muameleyi yaparak karşımızdaki demir parmaklıklar arasına soktular. Her iki grupta bulunan kızları hemen yanımızda bulunan küçük yere tıkmışlardı.
Buraya getirilmemizin üzerinden saatler geçmişti ama ne gelen vardı ne de giden. Zaruri ihtiyaçlarımız için sürekli seslenmemize rağmen duymazdan gelerek, akıllarınca işkence ediyorlardı. Hırpalanmış bedenlerimiz daha fazla zarar görmesin diye ısrar etmiyorduk ancak biliyordum, biri en sonunda dayanamayarak patlayacaktı.
''Titriyorsun.'' Bakışlarımı yerden kaldırarak yanımdaki Kemal'e döndüğümde boynumu hareket ettirdiğim için canım fazlasıyla yanmıştı. Bana dediğini idrak edebildiğimde titrediğimi de o an fark etmiştim.
Konuşacak mecalim kalmadığı için omuz silktim sadece. Hareket ettiğim için kemiklerim sızım sızım sızlarken, acıdan dolayı inlememek için kendimi zor durdurmuştum.
Göz ucuyla ceketini çıkardığını gördüğümde elimi kaldırarak, ''Dur.'' dedim. Hareketlerini durdurup bana döndüğünde kafamı oynatarak ona bakmaya dahi erinmiştim, ya da canım daha fazla yansın istememiştim. Buraya getirilirken kansız polislerden biri boynuma telsiziyle vurmuştu ve acısı dinmek şöyle dursun, gitgide artıyordu.
''Niçin?'' diye sorduğunda, bu dört duvar arasında çıkan tek ses bize ait olduğu için herkesin gözü bize dönmüştü.
''Sen üşütürsün, istemem.'' İtiraz edecek gibi olsa da sustu. Sanırım üstümüzdeki bakışlar onu da rahatsız etmişti.
Kısa diyaloğumuzun son bulması ile bu rutubet kokan yer sessizliğin esiri oldu tekrardan. Tıpkı bizim devletin kuklalarının esiri olduğumuz gibi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Sen Yakınsın Uzakta Kalınca [manxman]
General FictionDevrimin en gürültülü ayak sesleri, sıra neferidir 68 kuşağı. İç ve dış siyaset kazanının kaynadığı, kutuplaşmaların hat safhasının yaşandığı bir dönemdi. Bu dönemde sol fraksiyonlarda bulunan Kemal ve Uygar, derin bir aşkın pençesindeyken bu duruma...