İşlek caddelerden birinden sola saparak tek düze insanın bulunduğu mahalleye giriş yaptığımda bedenime doğru olağanca hızla hücum eden rüzgârdan korunmak için ceketimin yakalarını dikleştirdim. Akabinde ellerimi ceketin ceplerine sokup Arnavut kaldırımlarda yürümeye devam ederken sokakların birbirine bağlanan yerlerini dikkatle inceliyordum.
Birkaç kilometre ötedeki Taksim'den, halihazırda ikamet ettiğim bu semte kadar yürüyerek yarın yapacağımız eylem ile ilgili inceleme yapmış ve diğer grupların öncü isimleriyle. Taksim Meydan'ı boyunca sürecek olan eylem yürüyüşümüzün sonunda yapılacak konuşmaların çetinliğinden ötürü polislerin acımasız davranacağını biliyorduk. Ve yine biliyorduk ki polis, basının bulunduğu meydanlarda değil; ara sokaklarda acımasız yüzünü gösterecekti. Bu yüzden aşina olduğum sokakların kombinasyonunu aklıma kazıyor, pek iyi olduğum ezber yeteneğim sayesinde kolayca ezberliyordum.
Her geçtiğim sokağın, caddenin direklerine yapıştırılan bildirgeler de dikkatimden kaçmamıştı. Bu birkaç cümle ve sloganlar ile halkı galeyana getirebilir miydik, bilemem ancak denemekte mazarrat yoktu.
Sivil giyimli polislerin mesken tutabileceğini düşünüp, dikkat çekmemeye gayret ederek sokakları dolandım bir süre. Sonunda yeterli bilgiye ulaştığıma kanaat getirip bulunduğum sokakta tam tur dönerek evimin bulunduğu yere doğru yol adım. İstanbul'un ayazından kaçışım yoktu ancak bu vaziyetten bir an önce kurtulmak için olabildiğince hızlı adımlar atıyordum.
Evimin bulunduğu sokağın girişine ulaştığımda köşedeki pastanenin önünde duran Ozan'ı görünce, beni çoktan fark eden bakışlarıyla karşılaşmıştım.
Ayıp olmaması adına yanına doğru yürüyüp, ''Merhaba.'' dedim. Bir yandan da ceketimin cebindeki sağ elimi çıkartıp ona uzattım.
Uzattığım ele anında karşılık verip sıkarken, ''Merhaba Uygar. Nasılsın?'' diye sordu. Yüzünde, her zamanki güleç ifadesi vardı.
Soğuk havayla temas ettiği için diken batıyormuş gibi tepkiler veren sıcak elimi geri çekip cebime soktum. ''İyiyim, sen nasılsın?''
''İyiyim çok şükür.'' diye sorumu cevapladı. Ardından kafasıyla pastaneyi gösterip, ''Sevdiğin mozaik pastalardan var. Vaktin varsa gel, otur.'' dedi.
''Ah, teşekkür ederim ancak bu ara tatlılarla pek aram yok.'' diye teklifini kibarca reddettim. Aslında oturup bir tabak pasta gömmek istiyordum, sadece bir an önce sıcaklığın huzuruna erişmek için bu isteğimi içimde saklı tutmuştum. ''Yalnız Kürt böreğin varsa paket olarak alabilirim, evdekiler seviyor.'' Evdekilerden kastım sadece Kemal'di, diğerlerinin ne sevdiğini bilmiyordum.
Bu sırada tek düze insanın bulunduğu pastanenin içinden çıkan yaşlı adam, Ozan'ın babası ters ters suratıma baktı.
Bu adamı zerre sevmiyordum. Milliyetçilikle kafayı bozmuş, mahallenin ana özelliklerinden biri olan çok uluslu yapıya ateş püskürüyordu. Türk olmayan kimseye saygısı olmadığından ötürü dükkanı hep boş oluyordu. Akılsız başının cezasını cepleri çekiyordu çekmesine de burnu hiç sürtmüyor, şovenist tavrından ödün vermiyordu.
''Kömbe demek istedin herhalde.'' diye, aksi bir sesle konuştu suratsız adam.
Ona, arzuladığı ve alışık olduğu tarzda karşılık vermemek, gericiliğine ortak olmamak adına kibarca tebessüm ederek konuştum. ''Yok bey amca, Kürt böreği dedim.''
Suratını ekşitip ağzını aralamıştı ki Ozan, ondan önce davranarak söze atıldı. ''Babacığım, içeri geç istiyorsan. Müşteriler bir şey isteyebilir.''
''Başlatma şimdi müşterisine, Ozan!'' diye, sertçe oğluna çıkıştıktan sonra bana döndü. İşaret parmağını gözüme sokmak istercesine uzatırken, ''Bana bak delikanlı, bizim bu dükkanda sattığımız şeyin adı Kömbe'dir. Saçma sapan isimler takarak sipariş veremezsin burada!'' dedi, her bir kelimesinden nefret kusarken.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Sen Yakınsın Uzakta Kalınca [manxman]
Ficción GeneralDevrimin en gürültülü ayak sesleri, sıra neferidir 68 kuşağı. İç ve dış siyaset kazanının kaynadığı, kutuplaşmaların hat safhasının yaşandığı bir dönemdi. Bu dönemde sol fraksiyonlarda bulunan Kemal ve Uygar, derin bir aşkın pençesindeyken bu duruma...