14

94 10 19
                                    

Uzun bir süre uçurumun içine bakarsan uçurum da senin içine bakar.

Uçurum ona bakmaktan ziyade onu kovuyordu artık, belki de içini gördüğü için. Kıyısından adımlarını uzaklaştırmak ve kurtulmak istiyordu ondan. Okyanusu ise bir olmak ve beraber dalgalanmak istiyordu. Hırçın suyun içinde akmasını ve sürekli aynı taşa çarpmanın nasıl hissettirdiğini bilmesini istiyordu.

Uçurumu da okyanusu da çiçeklerle dolu ormanı da bıkmıştı ondan. Jisung senelerce dostluk kurmuş, hediyeler sunmuştu oysa. Tüm fedakârlıklarının ve verdiklerinin karşılığı koca bir baş ağrısı ve kalp kırıklığından başka bir şey değildi.

Uçurumun yamacına bir ev yapmış, önünü çiçeklerle süslemişti. Kuru toprağı yeşertmiş ve beslemişti. Okyanusuna ise bazı zehirli böcekleri akıtsa da telafi etmek ve kendini affettirmek için özel çiçeklerinden hediye ediyordu. Konuşuyor ve kalbinde biriken her şeyi döküyordu ona.

Bir de ormanı vardı.

Başta küçük bir bahçe olan. Rengarenk, çeşit çeşit çiçekler bir şölen sunuyordu. Büyüttü sonra bahçesini. Daha çok çiçek ekti. Güzelliğiyle kalbini titreten ne varsa getirdi oraya. Koca bir orman oldu. Hepsiyle teker teker ilgilendi. Onları sevgiyle besleyecek şeyler anlattı. Aşık olduğu adamdan, Changbin'inden, bahsetti. Çiçekleri her geçen gün daha da büyüdü, daha da güzelleşti. Bir gün Changbin'e armağan edilmek için can atıyordu hepsi.

Bahçesindeki en güzel, en kıskanılacak köşe ise Changbin'e aitti. Bütün çiçekler imrenirdi ona. Dokunmak isterler ama erişemezlerdi. Jisung öyle dikkatli koruyordu onu.

Kimse erişemesin, sadece kendine kalsın istiyordu. Öyle de olmuştu.

Jisung gözlerini açtığı gibi yürümeye başladı. Yürürken de etrafını inceledi. Sıcak, koyu bir mavi her yeri kaplamıştı. Ne soğuk ne sıcak, ılık bir hava vardı. Kafasını kaldırıp güneş veya ayı aradı geniş gözleri. İkisini de bulamadı. Biraz daha yürüdü. Belirsiz aralıklarla ağaçlar dikiliyordu boş arazide. Büyük, dalları uzunca göğe bakan ağaçlar. Yaprakları kocamandı ve hiçbiri Jisung'un yüzüne bakmıyordu.

Yapraklardan dalları takip etti gözleri oradan da gövdesini. İki büyük çınarın arasına kurulmuş salıncağa çarptı gözü sonunda. Kendisi kurmamıştı, kimin kurduğunu da bilmiyordu ve bir önemi de yoktu zaten. Kalınca örülmüş ipte ellerini gezdirdikten sonra yavaşça oturdu tahta salıncağa. Elleri hâlâ iki yanındaki ipteydi. Onlara tutunarak hareket ettirmeye çalıştı. Yavaş, yavaş, yavaş. Biraz hızlandı sonra. Elleri daha sıkı sarıyordu parmaklarını yaralayan ipi. Ayakları yerden kesilip de havalandığı her an kalbi düşer gibi oluyordu. Sanki ilk defa salıncağa biniyordu ve ilk defa uçar gibi hissetmeyi tadıyordu. Tekrarlamak istedi bulduğu ilk fırsatta, en yükseğe uçacak ve ordan bırakacaktı kendini.

Bir el yavaşlattı uçuşunu. Her uçuşunda biraz daha hızını azaltıyor ve yere yaklaşmasını sağlıyordu. En sonunda neredeyse durduğunda ayaklarının altındaki soğukluğu ancak hissedebilmişti. Kafasını yere eğdiğinde çıplak ayaklarını içine alan su birikintisini gördü. Tekrar etrafına baktığında suyun geniş bir yer kapladığını fark etti. Üzerinde yeşil otlar uzuyordu. Rüzgarın hafif esintisiyle sallanıyordu ıslak otlar.

Aynı rüzgar Jisung'un saçlarını okşadı. Geriye doğru taradı ve nazikçe dalgalandırdı. Yanaklarını ve geriye akan saçlarından açılan boynunu öpüyordu serin rüzgar. Öyle yumuşak ve hafifti ki Jisung utandı rüzgardan. Sanki sert esişini engelleyen oydu. Onun yüzünden duraklıyor ve hızını azaltıyordu. Bunun için de suçladı kendini. Bir özür mırıldandı kuru dudaklarıyla. Rüzgar daha da yavaşladı. Endişelendi Jisung. Düzeltmek isterken daha da batırıyordu.

under my skin, binsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin