♡Hyunjin, Jisung ve Hae, birkaç gün sonra, sözleştikleri üzere dışarıda buluştular. Jisung Hae'nin ressam olduğunu öğrendiğinde, ona resim çizmeyi öğretmesi için zorlamıştı. Hae de sonunda ikna olup, halka açık bir atölyede onlarla buluşmayı kabul etmişti.
Hyunjin, kendisini bu çizim işlerinin biraz gerisinde tutsa da, Hae Jisung'a bir şeyler öğretirken, dinlemekten ve onları izlemekten kendini alamadı.
Bakışları, çoğunlukla Hae'deydi.
Neden Hae'yi sürekli Felix'le kıyasladığının cevabını kendi içinde bulamasa da, ister istemez yapıyordu bunu. Hae, Felix'den farklıydı. Konuşurken yüzü kızarıyordu. Hareketlerinde hep bir naz ve cilve vardı. Kocaman gözleri, ince ve ufak bir yüzü vardı. Açık kahverengi saçları hep bakımlıydı ve güzel kokuyordu, ama Felix gibi şekil vermekle falan uğraşmıyordu, genelde dağınık bırakıyordu. İnce, dümdüz kaşları, yemyeşil, boncuğa benzeyen gözleri vardı. Burnu da minicikti, aynı vücudu gibi. Boyu 1.70 bile yoktu. Zayıftı. Bol kıyafetler giymesine rağmen, ne kadar cılız ve ince olduğu belli oluyordu. Tişörtünün yakasından az da olsa köprücük kemiklerinin çıkıklığı belli oluyordu. Muhtemelen kemikleri sayılırdı. Hafif kepçe kulakları vardı. ‘Güzel’ kelimesinin göreceli olduğu bir çocuktu. Ama sevimliliği, oldukça nesneldi.
Ve zor şartlarda yetişmiş bir çocuk olduğu belliydi. Giydiği kıyafetlerden, Felix gibi bir hayat sürmediği anlaşılıyordu. Herkesin giydiği şeyleri giyiyor, ucuz parfümler kullanıyordu. Ama mutluydu. Annesini yeni kaybetmesine, koca dünyada tek başına kalmasına rağmen hala bir yerlerde tek başına kahve içip kitap okuyacak kadar, yeni insanlarla tanışıp yaralarına çiçekler çizecek kadar seviyordu yaşamayı. Ne yapardı, nereden para bulup okuluna devam ederdi, bunu merak etse de düşünmemeye çalıştı.
Hae'nin parmakları kalemi ustalıkla tutar, kağıda attığı bir iki çizikle bile belirgin bir yüz hattı çıkarırken, Hyunjin hayranlıkla onu izliyordu şimdi. Elinin üstündeki çiçekleri, ince parmaklarını, ufak elini, pürüzsüz teninin üzerinde dövmelerle gizlediği yaralarını inceledi uzun uzun.
Atölyede Jisung ve Hae'nin çizdiği birkaç hoş resmin ardından, yorulduklarını ve acıktıklarını düşünerek yakınlardaki bir pastaneye yemek yemeye gittiler.
Yine havadan sudan sohbetle geçen bir yemeğin ardından, içeceklerini yudumlamaya başladılar. Birbirlerini tanıyor, hayatları hakkında konuşuyorlardı.
Bir süre sonra, Jisung'un telefonu çaldı. İzin isteyerek yanlarından ayrılıp bir süre kısa bir telefon görüşmesi yaptıktan sonra yanlarına döndü. "Abi." Dedi Hyunjin'e bakarak. "Bir arkadaşım aradı da, benimle bir şey konuşacakmış. Yakın çevrede zaten, hemen gidip geleceğim."
"Bırakayım mı?"
"Yok, yürürüm. Görüşürüz Hae Hyung!" Jisung onlara el sallayarak yanlarından ayrıldığında, Hae ve Hyunjin baş başa kalmıştı; Jisung'un planı başarılıydı.
Hae gülerek Hyunjin'e baktı. "Tanrım, şu hyung lafına hiç alışamayacağım sanırım. Hoşuma gitmiyor."
"Neden ki?"
"Bilmem, aramızda sadece birkaç yaş var. Amerika'da yaşarken, orada çoğu ailesine bile samimi bir şekilde isimle sesleniyordı. Bu yüzden garip geliyor sanırım."
"Orada mı yaşıyordun?"
"Annem rahatsızlanana kadar oradaydık. Rahatsızlığından sonra, buraya, ait olduğumuz ülkeye dönmemizi istedi."
"Öyleyse, sana hyung demeyeceğim."
"Deme zaten." Dedi Hae gülümseyerek. "İsimle hitap etmek, daha samimi."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Cliff | Hyunlix [Omegaverse] ✓
Fanfic"Bu gece... İntihar edeceğim. Yerçekimi ortadan kalksa bile, kendimi atmanın bir yolunu bulacağım. Ve yaşarken tüm çiçeklerimi solduran insanlar, öldüğümde mezarıma getirecek bir çiçek bile bulamayacaklar. Mezarımı sulamanıza gerek kalmadan yağacak...