Daha önce hiç tanımadığınız bir insan size böylesine anlamlı bakabilir miydi? Sanmıyordum çünkü yabancının bakışları öylesine derindi ki sanki beni delip geçecekmiş gibi hissetmiştim.
Yabancı elindeki kediyi yanındaki bir diğer itfaiyeciye uzattı. Yanındaki hafif sarışın adam dikkatlice kediyi aldığında bu sefer de o kediyi sevmeye başlamıştı.
Aral bana doğru gelmeye başladığında içimde anlam veremediğim bir duygu belirdi. Bu duyguyu daha önce tatmadığıma emindim. Kalbimi böylesine hızlandıran bu duygunun ismini koyamasam da merak etmiştim.
“Merhaba.” dedi Aral. Onu izlemeye daldığım için yanıma bu kadar hızlı geldiğini fark etmemiştim. İtfaiye kıyafetinin içinde çok karizmatik gözüküyordu. Kısa siyah saçları ona ayrı bir hava katıyordu. Yanıma yaklaştığında kaşlarının çatık olduğunu fark etmiştim. Bir şeye sinirlenmiş olmalıydı.
“Merhaba.” dedim bende, başka ne diyeceğimi bilemedim. Benim de kaşlarım çatılmıştı. Neye sinirlendiğini hâlâ anlayamamıştım.
“Hastanede olman gerekmiyor muydu? Bu kadar çabuk iyileşeceğini düşünmemiştim.” dedi. Bunları söylerken kaşları biraz daha çatılmıştı. Böylelikle neye sinirlendiğini de anlamış oldum. Ama artık 2. tekil şahıs kullanıyordu. Bu kadar samimi olduğumuzu düşünmüyordum, hatta ben bu adamı doğru düzgün tanımıyordum bile.
İyileştiğimi düşünmüştü ama ruhumdaki yaraların farkında değildi. Bu kaza hem bedenimde hem de ruhumda ömrüm boyunca unutamayacağım yaralar bırakmıştı. Ama insanlar sadece dışarıda gördükleriyle çıkarım yapmaya çalışıyorlardı. Kimse kimseye ruhun iyi mi diye sormuyordu.
“Doktor taburcu olabileceğimi söylediği için çıktım hastaneden. Başka türlü çıkamazdım zaten. Ve evet gayet iyiyim.” dedim ama son cümleme yalan katmıştım. Hiç iyi değildim. Bundan sonra da iyi olabilir miydim bilmiyordum ama insanların bunu bilmesine gerek yoktu.
Mutsuz olduğum günlerde bile bunu asla insanlara göstermek istemezdim. Benim güçsüz yanlarımı görmelerini sevmiyordum. Çünkü eğer bir insana bir kere güçsüz yanınızı gösterirseniz o sizi hep o yanınızdan vururdu. Zaten gülsem bile kimse gözlerimden kötü olduğumu anlamazdı. Bazen annem ve babam bile anlamazken diğer insanların anlayıp anlamaması çok da sorun değildi. Alışmıştım.
Ama bu adam sanki bana inanmıyormuş gibi gözlerimin en içine bakıyordu. Sanki beni anlıyordu ve yalan söylediğimi de anlamıştı. Anlaşmasından korktuğum için hızlıca gözlerimi kaçırdım ve “Benim gitmem lazım.” deyip yanından hızlıca geçtim.
Bana acımasını istemiyordum. Sadece onun değil hiç kimsenin bana acımasını istemiyordum çünkü bu iğrenç bir duyguydu.
Yanından geçtiğimde diğer arkadaşlarının da bana baktığını gördüm. Özellikle de koluma bakıyorlardı. Başımı eğip onlardan da uzaklaştığımda gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Kendimi tutamıyordum.
Hiç tanımadığım insanlar bile bana böyle acıyarak bakıyorlardı. Artık ben yarım bir insandım. Diğerlerinin böyle saçma ve insanı rahatsız eden bakışlarına maruz kalmak zorundaydım. Berbat bir haldeydim.
Bu kazanın olmasını ben istememiştim ki. Hiçbir şey benim elimde değildi. Herkesin başına gelebilirdi böyle bir şey. Hiç kimse ne olacağını bilemezdi. Ben de böyle olmayı istememiştim ama kaderim buna izin vermemişti. Kader dediğimiz şeyi asla değiştiremiyorduk.
Rastgele sokaklara girdiğimde nereye gittiğimi bilmiyordum. Sadece her şeyden uzaklaşmak ve kaçmak istiyordum. Olabildiğince en uzağa kaçmak istiyordum hem de. Kaçmak istediğim şey ise insanların bana acıyarak baktıkları gözleri ve çok kısa bir süre içinde yaşadıklarımdı.
Karanlık, tekin olmayan bir sokağa girdiğimi ve çıkmaz sokak olduğunu yeni fark ediyordum. Gündüz olmasına rağmen sokak çok karanlıktı. Âdeta tehlikeli olduğunu haykırıyordu.
Kar son hız yağmaya devam ederken eve gitmek için arkamı dönmüştüm ki karşımdaki bir grup sarhoş adamla karşı karşıya geldim. Kader dediğimiz şey gerçekten insanı olmadık yerlerde şaşırtabiliyordu. Gerçi burası da böyle insanlar için tam yeriydi ama neyse.
Toplam üç tane adam vardı ve ortada en önde duran adam elinde kocaman bir sopa tutuyordu. Sağ tarafında duranın elinde bir çakı ve soldakinin elinde de gazeteye sarılı bir alkol şişesi vardı. Sertçe yutkunduğumda en önde duran bana doğru bir adım attı.
Kahretsin. Kendimi tutamayıp ağzımın içinde birkaç küfür yuvarladım. Ne diye böyle bir sokağa girmiştim ki. Zaten hastaneden yeni çıkmışken bir de başıma bela alacaktım. Artık beni kurtaracak bir ailem de yoktu. Onların yokluğunu her anımda hissederken tekrar yutkundum ama bu sefer korkudan değil ailemin eksikliği yüzündendi. Ayrıca bir kolum da yokken bu adamlar kesinlikle beni haşat ederlerdi.
Elinde sopa tutan adam biraz daha yaklaştığında ben de bir adım geriledim. Adam koktuğumu görünce yüzünde sinsice bir gülümseme oluştu ama bu kesinlikle iyi niyetli bir gülümseme değildi.
“Kimsin sen ve neden bizim mekanımızdasın ha küçük kız?” dedi adam yüzündeki gülümsemeyi koruyarak. Saçı sakalı birbirine girmişti ve yaklaştıkça daha çok gelen alkol kokusu yüzümü ekşitmeme neden oldu.
“Be- ben aslında gidiyordum tam. Bilmiyordum bu- buranın sizin olduğunu. Rahatsız ettim, ku- kusura bakmayın.” dedim korkudan kekeleyerek. Sesim öyle bir titremişti ki ben bile ne kadar korktuğumu konuştuktan sonra fark edebilmiştim.
Adam daha fazla gülümsemeye başladı ve birkaç adım daha atınca bende aynı anda birkaç adım geriledim. “Ama biz evimize gelen misafiri hemen bırakmayız küçük kız. Biraz konuğumuz ol, sohbet edelim ne dersin? Öyle değil mi çocuklar?” dedi adam yanında ki adamlara sırasıyla bakarak. Onlar da sinsice gülümseyip başlarını aşağı yukarı salladılar.
Bu adamların sohbetten kasıtlarının hiç normal şeyler olacağını sanmıyordum. İçimden buradan kurtulmak için dualar etmeye başladığımda beni oldukça şaşırtan bir ses duydum.
“Bizi de kabul edersiniz o zaman ha çocuklar.” dedi Aral’a ait olduğunu bildiğim ses. Konuşurken liderleri olduğunu düşündüğüm adamı taklit etmişti. Diğerleri hemen arkalarını dönüp gelenin kim olduğuna baktıklarında benim de görüş açım tamamen açılmıştı.
Aral en önde tüm heybetiyle duruyordu. Böyle uzun boyuyla ve dik duruşuyla ne kadar karizmatik olduğunun farkında mıydı? Zira farkında olunmayacak gibi değildi.
Alina, kendine gel. Bulunduğun durumun farkında mısın acaba? Beni uyaran iç sesime kulak verip hemen bulunduğumuz ana döndüm. Aral’ın sağında ve solunda da birer adamlar duruyordu. Sağındaki adam az önce de fark ettiğim hafif sarışın olan o adamdı. Solunda duran ise kızıl saçlıydı. Yüzü yumuşak durmasına rağmen o da oldukça iri duruyordu. Kollarını göğsünde birleştirmişti.
“Siz kimsiniz be? Karışmayın işimize de defolup gidin buradan?” diye bağırdı az önce üstüme doğru gelen adam. Bana arkası dönük olduğu için yüzündeki ifadeyi göremiyorum ama sesinden ne kadar korkmuş olduğunu anlayabiliyordum.
Aral bir baş hareketi yaptığında oraya gelmemi istiyordu. Ama önümde bu adamlar varken nasıl gelebilirdim? Yine de şansımı deneyip kenardan çaktırmadan geçmeye çalıştım ama bir tanesi beni fark etti ve sol kolumdan tutup arkaya ittiğinde yere yapıştım. Gerçek anlamda yere yapıştım.
“Ah!” diye çok yüksek olmayan bir sesle bağırdım çünkü canım çok fena acımıştı. Elim beton zemine sürtündüğü için hafif kanamaya başlamıştı ve çok fena sızlıyordu. Popomun üstüne düştüğüm için aynı acı orada da vardı.
Kemik kırılma sesi duyduğumda başımı kaldırıp karşıma bakmamla şok oldum. Aral, beni iten adamı yere sermişti ve hiç de yumuşak olmayan yumruklar atıyordu. Muhtemelen adamın burnu kırılmıştı. Sesler kaşlarımı çatmama ve yüzümü buruşturmama yetmişti. Yanındaki diğer arkadaşları da iki adama yumruk atmaya başlamışlardı. Onlar bana bir şey söylememişlerdi ama yine de benim üstüme gelen adamla aynı taraftaydılar. Bu yüzden hiç içim acımamıştı.
Aral ve arkadaşları bu üç adamı kolayca yere sermişlerdi çünkü adamlar sarhoştu ve doğru düzgün ayakta bile duramıyorlardı. Bense öylece kenarda dikilmiş bütün olan biteni hem dehşet içinde hem de hayranlıkla izliyordum. Hayranlıkla izliyordum çünkü beni kurtarmışlardı.
Üç adam daha fazla dayak yemenin korkusuyla bir hışımla buradan uzaklaştılar. Zaten kendilerinde olmadıkları gibi bir de üstüne dayak yiyince anca sarsak adımlarla gidebilmişlerdi zaten ama ne kadar hızlı olunabilirse o kadar hızlıydılar.
Adamların uzaklaşmasını bile beklemeden Aral yanıma geldi ve beni baştan aşağı süzdü. Bir yerime bir şey olmuş mu diye bakıyordu. Gözleri elimde durduğunda kaşları çatılmıştı. Ama daha sonra yara çok da kötü olmadığı için bir şey söylememişti.
Sonunda gözlerini gözlerime diktiğinde orada bir duygu geçtiğini gördüm. Sadece bir an rahatlamış bir ifade geçti gözlerinden. Daha sonra ise bakışlarımın gözlerinde olduğunu fark edince hemen bu ifadeyi sildi.
Anlamıyordum. Benim için endişeleniyor muydu? Aslında bana göre o hiçbir şey ifade etmiyordu. Sanki beni daha önceden tanıyormuş da kaybettiği bir insanı yeniden bulmuş biri gibiydi. Gerçekten artık beynim durmuştu ve hiçbir şeye anlam veremiyordum. Her şey çok saçma geliyordu. Bakışlarının anlamını çözmek yıllardır çözülemeyen bir cinayeti çözmek gibiydi. İşin iyi tarafıysa cinayet çözmekte üstüme yoktu.
“Teşekkür ederim,” dedim gözlerimi kaçırarak mahcup bir ifadeyle. “Beni kurtardığınız için.” dedim gözlerimi yeniden gözlerine çevirerek.
“Teşekkür etmeni gerektirecek bir durum yok. Kim olsa aynısını yapardı.” dedi o da mütevazi olarak. Ama bilmediği bir şey vardı.
“Kim olsa aynısını yapmazdı. Çoğu insan artık her şeye göz yumuyor. Ben bu yüzden yine de teşekkür ederim.” dedim. Başını belli belirsiz aşağı yukarı salladı. Daha sonra ise “Neyse ne. Evine bırakmamı ister misin? Bu soğukta tek başına yürüyerek gitmen sorun olabilir. Ben bırakayım seni.” dedi bana bir teklif sunarak. Bu kadar samimi konuşması tuhaf gelmişti. Gördüğü her kadınla böyle mi konuşuyordu?
Onu tanımadığım için bu kadar samimi konuşması da pek hoşuma gitmemişti. Sonuçta bana zarar verebilirdi. Belki de beni kandırmak için itfaiye kılığına girmişti. Ya mafyaysa ve beni organlarımı satmak için kaçıracaksa? Her şey olabilirdi.
İç sesim yüzünden kaşlarım fazla çatılmıştı. Aral da bunu fark etmiş olacak ki “Benden korkmana gerek yok. Sana bir zarar vermem.” dedi. Bir tarafım ona inanmak istiyorken diğer tarafım beni kandırabilme olasılığını araya sokuyordu. Ben ise bu iki arada kalmıştım. Yine de “Gerek yok, teşekkür ederim.” deyip yanından geçtim. Kimseye güvenmemeliydim.
Sokağın başına yaklaştığımda aklıma gelen şeyle durmak zorunda kalmıştım. Benim burada oluğumu nasıl biliyordu da beni kurtarmıştı? Beni takip etmiş olabilir miydi? Tanımadığım bir adam tarafından takip edilmiş olmak beni ürkütmüştü. Beni, o kurtarmış olsa bile.
Arkamı döndüğümde Aral aynı yerinde durmuş beni izliyordu. Hafif sarışın adam ise durduğumu görünce çapkınca gülümsemişti.
“Benim burada olduğumu nereden biliyordun? Beni takip mi ettin?” dedim ama bunları söylerken bile inanmak istemiyordum. Konuşurken aynı zamanda kaşlarım havaya kalkmıştı. Yüzündeki ifadeyi okumaya çalıştım ama imkansız gibiydi. Duygularını öyle iyi saklamayı beceriyordu ki hayret etmiştim.
“Takip değildi. Sadece merak ettim ve pek iyi gibi durmuyordun. Ben de peşinden geldim işte ama niyetim kötü değildi. Gerçekten.” dediğinde içimden bir ses ona inanmamı söyledi. İçimdeki sese her zaman güvenirdim.
“Takip değil miydi? Hanımefendi az önce bayağı takip edildiniz. Ama evet niyetimiz kötü değildi. Fakat bu takip edildiğiniz gerçeğini değiştirmiyor.” dedi Aral’ın yanındaki kızıl çocuk. Takip edildiğimi özellikle vurguladığından bu durumdan pek memnun olmadığını anlayabiliyordum. En az onun kadar ben de takip edilmekten memnun değildim.
Aral hızlıca kafasını çevirip ateş kafaya sert bir bakış attığında, ateş kafa umurunda değilmiş gibi omuzlarını indirip kaldırdı. Ona içimden ateş kafa diyordum çünkü bu isim saçlarının kızıllığından geliyordu.
Aral tekrar bana dönüp derin bir nefes verdi. Tam konuşacakken bu seferde diğer tarafında duran sarışın adam araya girdi.
“Hanımefendi merhabalar, Aral’ın anlata anlata bitiremediği bu kadınla tanışmak benim için bir onurdur. Memnun oldum.” dedi sarışın adam sırıtarak. Duyduklarımla yerimde kaskatı kesildim. Beni mi anlatmıştı? Bu adam beni nereden tanıyordu ki? Yoksa belki de ne kadar zavallı olduğumu anlatmıştır. Acınacak bir hâlde olduğumu, anne ve babamı kaybettiğimi ve bir de kolumun kesildiğini anlatmıştır. Acımıştır bana.
Aral, yanındaki sarışın adamın karnına dirseğini geçirdiğinde sarışın adam yerinde sendeledi. “Ben ne dedim şimdi ya?” dedi bir yandan karnını tutarken.
Gözlerimdeki yaşlar akmak için izin beklerken onlara izin vermedim. Kendimi daha fazla güçsüz göstermek istemiyordum.
“Beni ne kadar tanıyorsun ki arkadaşlarına anlatabiliyorsun? Sen kimsin Aral? Beni nereden tanıyorsun?” diye sorarken sesim maalesef ki titrek çıkmıştı.
“Ben,” dedi ve bir süre duraksadıktan sonra devam etti. “Hiç. Seni hiçbir yerden tanımıyorum.” dedi cümlesinin devamını getirerek. Ardından yüzüme bile bakmadan çekip gitti. Arkasına bile bakmadan, mi diyeceğimi bile umursamadan gitti. Zaten ne bekliyordum ki?
Sarışın adam “Sizi evinize bırakmamızı ister misiniz?” diye sordu ama olanlardan sonra sesi biraz ürkek çıkmıştı. “İstemez.” deyip teklifini bir kenara attım. Sesim biraz yüksek çıkmış olabilirdi ama ben de sinirlenmiştim. Oysa neye bu kadar sinirlendiğimi bile anlamamıştım.
Karanlık sokaktan çıkıp doğruca hızlı adımlarla evin yolunu tuttum. Yürürken bile beynimdeki düşünceler beni rahat bırakmıyordu. Aral bana başından beri neden bu kadar yakın davranıp, beni korumak istiyordu?
Onun için hiçbir şey ifade etmemem gerekiyorken neden beni önemsiyormuş gibi davranıyordu?
Derler ya her insanın bir dönüm noktası olur diye. Benim dönüm noktam da bu kazaydı. Bu kaza benden en değerlilerimi almıştı. Bütün hayatımı ve yaşam kaynaklarımı. Önce sağ kolum bırakmıştı beni. Bu haberi duyunca sanki başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Benim yaşam amacım olan müziği bırakmam gerekecekti. Kemanımla yollarımızı ayırmam gerekecekti. Bu hayattaki tek zaafımı kaybetmiştim ben önce.
Sonra hemen ardından babamın ölüm haberini almıştım. Hem de bir hastane odasında öğrenmiştim bunu. Babam da benim gibi bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmişti. Hastaneye, beni görmeye gelirken olmuştu bu kaza. Arabası kamyonun altında kalmıştı. Babamla aynı kaderi paylaşıyorduk. Tek fark onun ölmüş olması ve benim yaşıyor olmamdı. Ama böyle yaşamanın da ölümden bir farkı yoktu.
Annem, eşinin öldüğüne dayanamamış ve kalp krizi geçirmişti. Kalp krizi geçirmesinde benim de günler boyu uyanmamamın etkisi vardı. Umutsuzluğa kapılmıştı. Kalbi dayanamamıştı bütün bunlara. Annem bile bu yaşananları kaldıramazken ben nasıl kaldırabilirdim ki? Kaldıramazdım. Kimse kaldıramazdı.
Bütün bunlar yaşanınca sonuç bana çıkıyordu ve ben kendimi suçluyordum. Hepsi benim yüzümdendi. Eğer o gün ben o servise binmeseydim o kaza olmayacaktı. O kaza olmasa ben kolumu kaybetmeyecektim ve hayallerime sıkı sıkı tutunabilecektim.
Babam hastaneye, beni görmeye gelirken kaza yaptığı için eğer ben o gün hastanede olmasaydım babam da kaza yapmamış olacaktı. Annem de bütün bunlar yüzünden kalp krizi geçirdiği için o da şimdi yaşıyor olacaktı.
Ama zamanı geriye alamıyorduk. Bundan sonra hiçbir şeyi değiştiremezdik. Eğer bana özel bir yeteneğe sahip olabileceğimi söyleselerdi kesinlikle zamanı geriye almayı seçerdim. Bu kararı vermek için bir saniye bile düşünmezdim. Önemli olan sevdiklerimin hayatıysa kendi canımı bile tehlikeye atardım.
Bütün bunları yaşamışken hayatımda yeni biri olması beni korkutuyordu. Bir anda tanıdığım bir adamı hayatıma almak ve ona güvenmek pek mantıklı gelmiyordu. Gerçi kimse de bana onu hayatına al demiyordu ama neyse.
Tüm bunlar beynimin içinden geçerken başımı ağrıtmıştı. Neyse ki sonunda eve gelebilmiştim. Kar yağışı durmuştu ama hava oldukça soğuktu.
Karşımdaki 2 katlı eve bakarken gözümden bir damla yaş düştü. Onların yokluğunu her anımda hissediyordum. Yaşlar ardı arkası kesilmeksizin devam ederken gözyaşlarımı silme gereği duymadım.
Köşede çiçeklerin olduğu tarafa her birimizin en sevdiği çiçekleri ekerken ki zaman geldi aklıma. Sonra başımı bahçemize çevirdiğimde orada kahvaltı yaptığımız zamanı hatırladım.
Birkaç adım daha attım tamamen bahçenin içine girerek. Kar topu oynadığımız zamanlar, babamın annem ve benim için yaptığı çiçekten taçlar, ben çocukken oynadığımız oyunlar, kahkahalarla gülüşmelerimiz... Bütün anılar bir anda zihnime akın edince gözyaşlarım daha fazla hızlandı. Hıçkırarak ağlamaya başladığımda biraz daha dolaştım bahçenin içinde.
Şimdi ikisi de yoktu yanımda. Bütün anılar silinmişti sanki. Sanki annem ve babam giderken yanlarında anılarımızı da götürmüşlerdi.
Başımı kaldırıp bulutlu gökyüzüne baktığımda o ana kadar yağmur yağdığını fark etmemiştim. Sanki orada bir yerlerde beni izliyorlardı ve benimle birlikte ağlıyorlardı.
“Anne, baba beni duyuyor musunuz?” diye fısıldadım. Sesim varla yok arasında ince bir çizgideydi. Bu söylediğimden hemen sonra ise inanılmaz bir şey oldu. Sanki beni duyduklarını göstermek için soruma cevaben gök gürledi.
Kalbim acıdı. Soluklarım kesik kesikti. Nefes alamıyordum. Beni duyabiliyorlardı. Biliyordum, beni görebiliyorlardı da. Ama ben bundan sonra onların ne sesini duyabilecektim ne de onları canlı bir şekilde karşımda görebilecektim.
Bir kere daha gök gürlediğinde bu sefer bağırarak ağlamaya başladım. Beni böyle bırakamazlardı. Onlar olmadan ben bir daha bu eve giremezdim ki.
“Anne, baba ne olur beni bırakmadığınızı söyleyin. Ne olur geri geleceğinizi söyleyin. Siz beni hiç yalnız bırakmazsınız ki. Hem siz söylerseniz ben inanırım.” dedim bağırarak ama sonda sesim giderek kısılmıştı.
“Ne olur, bırakmayın beni. Beni bu kadar üzmeye hakkınız yok. Lütfen!” Dizlerimde güç kalmadığı için sertçe yere düştüm. Dizlerimin üzerinde ağlarken o kadar berbat bir haldeydim ki bir daha asla toparlanamazdım.
Sol elimi saçlarımın arasında geçirdim. Tekrar başımı gökyüzüne kaldırdığımda yağmur daha fazla hızlanmıştı. “Lütfen.” diye fısıldayabildim son kez. Gözlerimi gökyüzünden ayırmıyorken yağmur damlaları sertçe yüzüme çarpıyordu. Belki anne ve babamı orada görebilmek umuduyla gözlerimi bir an bile gökyüzünden ayırmıyordum. Uzun bir süre bu çocuksu inanca tutundum ama işe yaramıyordu.
Ne kadar süre öyle kaldım bilmiyordum. Soğuk hava daha fazla dışarıda kalmamı engellediği için mecburen içeri girmek zorunda kalmıştım. Ama içeri girdiğimde daha kötü olmuştum.
Evin her köşesinde anılarımız vardı. Onlar olmadan bu ev bir yuva sıcaklığını vermiyordu. O an anladım ki evi ev yapan duvarları veya çatısı değilmiş. Evi ev yapan şey içindeki aileymiş. Şimdi bu duvarlar ayakta dursa ne olurdu ki, içinde bir aile olmadıktan sonra.
Artık o sıcaklığı vermiyordu bu ev. Daha hiçbir evde benim için o aile sıcaklığını bulamazdım. Çünkü benim ailem başıma yıkılmıştı.
Eve girer girmez hiçbir yere bakmamaya çalışarak doğruca anne ve babamın odasına gittim. Çünkü biliyordum ki etrafa baksaydım anılar peşimi bırakmazdı.
Kapıyı açtığımda tertemiz odayla karşılaştım. Annem her zaman düzenli bir insandı, babama rağmen.
Hiç bozulmamış yataklarının içine girdim. Yastıkları bile onlar gibi kokuyordu. Sıkıca tek elimle yorgana sarıldım. Bacaklarımı kendime doğru çekip cenin pozisyonu aldığımda yastıktaki kokularını içime çektim.
Ağrıyan başıma, şiştiğine emin olduğum gözlerime inat yeniden gözyaşlarım özgür kaldı. Fakat bu sefer sessizce döktüm gözyaşlarımı. Kimse duymasın, ağladığımı anlamasınlar istedim.
Sessiz gözyaşlarım usulca yanaklarımdan süzülürken biraz daha yorgana sarıldım. Artık onların sadece resimleriyle ve bana bıraktıkları güzel anılarla yetinmek zorunda kalacaktım.
İnsanın anne ve babasını kaybetmesi hayata olan bütün ümidini yitirmek demekti bana göre. Bütün güzel anılarının silinmesi demekti.
Ben bu yaşıma kadar aile sevgisiyle büyümüştüm. Hiçbir zaman bana kötü davranmamışlardı. Kısaca beni prensesler gibi büyütmüşlerdi. Çoğu güzel anım ailemleydi.
Bana her zaman güçlü olmayı ve kendi ayaklarım üzerinde durabilmeyi öğretmişlerdi. Beni kimseye muhtaç kalmamayı öğreterek büyütmüşlerdi ama ben şimdi onlara muhtaçtım.
Onların da bir gün öleceğini bu yaşıma kadar hiç düşünmemiştim. Böyle bir şeyi düşünmek bile bana oldukça saçma geliyordu. Sanki ömrümün sonuna kadar onlarla yaşayacaktım. Ama unuttuğum bir şey vardı: Herkes bir gün, er ya da geç ölürdü. Bu en yakınınız da olabilirdi, hiç tanımadığınız bir kişi de. Bu her canlının bir gün öleceğini değiştirmiyordu. Zaten insanların da yaptığı en büyük hata hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaktı.
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadım uykuya dalmadan hemen önce. “Bana güzel bir çocukluk bıraktığınız için.”
Yeni ve eksik bir sabaha gözlerimi açtığımda başım çatlıyordu. Dün o kadar çok ağlamıştım ki bunun cezasını şimdi ödüyordum. Ama bu son yaşadıklarımdan sonra pek önemli değildi.
Saatlerce ağlamıştım. En sonunda da küçükken yaptığım gibi sanki onları orada bulacakmışım gibi anne ve babamın odasına gitmiştim. Ama ne yazık ki gerçekler bir daha acımasızca yüzüme bir tokat gibi çarpmıştı.
Sıcacık yataktan kalkıp banyoya gittim ve yüzümü yıkayıp işlerimi hallettim. Bir an aynadaki halimle göz göze gelince kendimden ürkmüştüm. Saçlarım dağılmış, göz altlarım mosmor olmuş ve şişmişti. Bunlar yetmezmiş gibi bir de gözlerimin içi kan çanağına dönmüştü. Gerçekten berbat durumdaydım ama hiçbirini umursamadan aynadan gözlerimi ayırdım.
Banyodan da çıkıp kendi odama gittim. Kaza yapmadan önce bu odada nasıl da mutlu hazırlandığım geldi aklıma. Çok heyecanlıydım o gün. Başıma gelecek bu felaketten habersizce mutlu mutlu hazırlanıyordum.
Kıyafetlerimi değiştirip yenilerini giydim ve diğerlerini de bir kenara attım. Normalde annem gibi çok düzenli biriyimdir. Her şey yerli yerinde, temiz olsun isterim ama şu an buna bile halim yoktu.
Merdivenlerden inerken sanki kulaklarımda onların seslerini duyuyordum. Mutfaktan gülüşme sesleri geliyordu. “Alina, çayın soğuyor kızım. Çabuk ol.” Diyen annemin sesini duydum. Daha sonra tekrar gülüşme sesleri...
Oradaydılar. Beni bekliyorlardı. Hiç gitmemişlerdi. İçime umut dolmuştu. Mutlulukla dolup taşıyordum. Onlar zaten beni hiç bırakmazlardı ki. Şaka yapmışlardı.
O anın heyecanıyla hızlıca merdivenleri indim. Az kalsın düşüyordum ama son anda kendimi topladım. Hiç beklemeden yüzümde kocaman gülümsemeyle mutfağın kapısını açtım.
Yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş solarken gözlerim doldu. Duyduğum sesler hayal miydi? Çünkü içerisi bomboştu. Ama annemin bana seslendiğinden emindim. O kahkahaları benim de gülmeme neden olmuştu. Hepsi bir hayal miydi? Artık onların hayalleriyle yaşamak zorunda mı kalacaktım?
Kapı kolundaki sol elim düştüğünde sarsak adımlarla içeri girip bir sandalyenin üstüne oturdum. Gözlerimi etrafta dolaştırdığımda aradığım şey onlardan bir parçaydı. Ama hiçbir şey yoktu.
Oysa hayalleri bile beni bu kadar mutlu ederken şimdi yanımda yoklardı. Dizlerimi sandalyenin üstünde kendime çektim ve kafamı dizime yaslayıp ağlamaya başladım.
İmkansız diye aklımızdan geçirdiğimiz şeyler bile bir gün başımıza gelebiliyordu. Hiç ummadığımız anda hem de.
Ben anne ve babamın yokluğuyla yaşamak zorundaydım. Kolumun eksikliğine belki alışabilirdim ama insan anne ve babasının eksikliğine alışamazdı. Bizi dünyaya getiren ve canımızdan çok sevdiğimiz insanlardan ömür boyu ayrı kalmak bu dünyanın en zor şeyi olmalıydı. Şu an ise onlardan ayrı kalmak boşluk hissi yaratıyordu.
Karnımın guruldadığını hissettiğimde uzun süredir öyle durduğumu fark ettim. Gözyaşlarımı tek elimle silip sandalyeden kalktım. Buzdolabının kapağını açtığımda pek bir şey olmadığını gördüm. Aslında kendime sandviç yapsam yeterdi fakat dolapta bunun için sadece peynir vardı. Diğer şeyleri de pek sevmediğim için geriye yiyecek pek bir şey kalmıyordu.
Markete gitmem ve yiyecek bir şeyler almam lazımdı. Ama bu halde insanların bana acıyarak bakacağından emindim. Fakat bunu bir fırsata dönüştürebileceğim aklıma geldi. Eğer şimdi dışarı çıkarsam ve insanların bakışlarıyla yüzleşirsem sonralarda benim için daha az sorun olurdu.
Evet, anne ve babamın ölümünü hiçbir zaman aşamayacaktım ama kolumun yokluğuna alışabilir ve böyle yaşamayı en azından öğrenmeye çalışabilirdim. Bu yüzden son kararımı verip markete gitmeye karar verdim.
Odama çıkıp sadece saçlarımı düzelttim ve üzerime montumu giydim. Montumu giyerken oldukça zorlanmıştım. Tek kolla yaşamak gerçekten çok zor olacaktı ama alışmaktan başka çarem de yoktu.
Cüzdanımı ve anahtarları alıp evden çıktım. Kapıyı kilitledikten sonra anılarla dolu bahçemizden hızla çıktım çünkü eğer bakarsam yine ağlardım. Şu an ağlamamalıydım.
Market çok uzakta değildi. Bu yüzden 5 dakika sonra marketin önündeydim. İçeri girmeden hemen önce montumum içindeki hırkamın şapkasını kafama geçirdim. Ardından alacaklarımı tek elle taşımak zor olacağı için bir market arabası aldım.
Çok büyük bir market olmadığı için aradığımı kolayca bulabiliyordum ve şu an market oldukça sakin görünüyordu.
Yiyecek bir kaç şey aldıktan sonra kasaya gidiyordum ki gördüğüm manzarayla duraksadım. Küçük bir kız elinde ona göre kocaman olan bir çikolata tutuyordu ve ağlayarak annesine gösteriyordu.
Aklıma küçüklük anılarım geldiğinde ben de bu küçük kız gibi gördüğüm her çikolatayı alması için anneme gösteriyordum. Ben anılarımla yaşamaya çalışırken bu kız bana anılarımı tekrar hatırlatmıştı.
Onları görmezden gelmeye çalışarak diğer kasaya gittim ve arabadaki malzemeleri teker teker kasaya koydum. Küçük kızın ağlamaları çoğalmıştı.
“Annecim o çikolata çok büyük. Bitiremezsin sen onu. Gel ben sana başka bir tane alayım, olmaz mı?” diyordu annesi. “Hayıy, ben bunu istiyoyum. Anne, lüffen.” diye ağlıyordu küçük kız. Kelimeleri bile doğru söyleyemiyordu. Annesi sonunda bıkkınlıkla çikolatayı aldığında küçük kız hemen gözyaşlarını silip sevinç nidaları dökmeye başladı.
Ben de gülümsediğimde aldıklarımı poşete yerleştiriyordum. Aldıklarımın parasını ödedikten sonra küçük kız tam arkamda alkış tutuyordu. Ona dönüp baktığımda boyuna gelebilmek için yere çöktüm.
“Adın ne senin?” diye sordum ama küçük kız hemen annesine bakıp onay bekledi. Annesi hafifçe başını aşağı yukarı sallayınca “Adım Ela, sen kimsin?” diye cevapladı.
“Benim adım da Alina. Bak Ela sana ne diyeceğim. Anneni üzme tamam mı? Yoksa eğer annen bir gün seni bırakıp giderse çok üzülürsün. Annenin kıymetini bil olur mu? Onu hiç üzme, yoksa o da çok üzülür.” dedim ama Ela bana şaşkın şaşkın bakıyordu. Ne demek istediğimi anlamamıştı.
“Bu dediklerimi şimdi anlamayabilirsin. Ama büyüdüğünde çok iyi anlayacaksın.” deyip doğruldum ve çıkışa doğru ilerledim. Küçük kız arkamdan annesine bir şeyler söyledi ama duyamadım.
Marketten çıkıp tekrar evin yolunu tuttuğumda içime büyük bir hüzün çökmüştü. Kendimi büyük bir boşlukta hissediyorum.
Yavaş adımlarla eve giderken önünden geçtiğim evin kapısı açıldı. Bu ev en yakın arkadaşım Beril’e aitti. Küçük bir evdi. Üniversite okumak için burada bir ev tutmuştu ve tek yaşıyordu.
Bu zamana kadar hiç yanıma gelmemişti. Arasa da ulaşamazdı çünkü artık bir telefonum yoktu. En azından hastane ziyaretine gelmesini isterdim çünkü en çok bu zamanda yalnız kalmak istemezdim.
Kapıdan çıkan kişiyi gördüğümde ise bir şok dalgası tüm bedenimi ele geçirdi. Kapıdan çıkan kişi erkek arkadaşım Yağız’dı. Beni bir kere bile ziyarete gelmemişti ikisi de. Şimdi Yağız’ın, Beril’in evinde ne işi vardı? Yoksa... Düşündüğüm şey olmamalıydı.
Kapının önünde birbirlerine sarıldılar. Ama bu sanki arkadaştan da öte gibiydi. Yağız’ın bana arkası dönük olduğu için beni görmemişti ama Beril beni görür görmez Yağız’ı âdeta iterek kendinden uzaklaştırdı.
Kaşlarım çatıldığında Beril, Yağız’a bir şeyler söyledi ve Yağız anında arkasını dönüp bana baktı. Yüzündeki dehşet ifadesi ve panik duygusu ne yapacağını bilemez gibiydi. Ve ben o an anladım ki resmen aldatılıyordum. Çünkü aralarında bir şey olmasaydı bu kadar paniklemezlerdi. Ve Yağız önce Beril’e değil bana gelirdi. Meğerse benim onu sevdiğim kadar o beni sevmiyormuş.
Beni en yakın arkadaşımla aldattığı için ikisine de yoğun öfke duyuyordum. Beril benim en yakın arkadaşımdı. Aynı üniversitede okuyorduk. O, Sahne Sanatları okuyordu. Buraya sonradan gelmesine rağmen iyi bir bağ kurmuştuk.
Yağız ise benim sevgilimdi. Onu seviyordum. Lise yıllarımızdan tanışıyorduk. Başta ona yüz vermemiştim ama sonradan ondan hoşlanmaya başlamıştım ve sevgili olmuştuk. 2 yıldır sevgiliydik ve ben sanırım 2 yıldır aldatılıyordum. Nasıl anlamamıştım? Beni saf yerine koymuşlardı.
Yağız hızlı ve panik içinde yanıma geldiğinde “Bak düşündüğün gibi değil.” dedi hemen. Ve bu cümle de geldiğine göre kesinlikle aldatılıyordum. Tabii gördüklerimin de payı büyüktü.
“Yağız sen ne saçmalıyorsun? Nasıl düşündüğüm gibi değil? Bunu bana nasıl yaptınız ya? Hiç mi beni düşünmediniz? Ben ne haldeyim görmüyor musunuz?” dedim ama sesimde zerre duygu yoktu. Onlara artık öfkelenemiyordum bile. Öfkelenilmesi gereken kişi bendim. Bunca zamandır beni ayakta uyutmuşlardı.
Sağ kolumu kaldırıp ona gösterdim. “Bak,” dedim. Hayır, amacım kesinlikle kendimi acındırmak değildi. Sadece gerçekleri görmesini istiyordum. “Kolumu kestiler benim. Aynı gün hem annemin hem de babamın öldüğünü öğrendim ben. Ben ne haldeyim diye merak ettiniz mi hiç? Siz sadece benim bu halimden faydalandınız. Yazıklar olsun size.” dedim ve arkamı dönüp gidecekken kolumu tutmak için uzandı ama uzandığı sağ kolumdu.
Elinde boşluğu tuttuğunda gülümsedim ve arkama bakmadan oradan uzaklaştım. Yağız’ı seviyordum ama şu dakikadan itibaren bu sevgim tuzla buz olmuştu. Benim için artık bitmişti. Yüzünü bile görmek istemiyordum.
Eve girdiğimde elimdeki poşeti bir kenara bırakıp annem ve babamın odasına gittim. Sıcacık yatağa girdim ve bir süre öylece tavana baktım.
Duyduğum öfke değildi. Hatta hiçbir şey değildi. Sadece kırgınlık vardı. Değer verdiğim tüm insanların teker teker hayatımdan çıkmasının kırgınlığı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kemanımın Sesi
Художественная прозаAlina Sezer konservatuar öğrencisi genç bir kızdır. Alina yağmurlu bir kış gününde performans sergilemek üzere kemanıyla sahneye çıkacaktır. Ama işler planladığı gibi gitmez. Hayatının dönüm noktası olan bir kaza geçirir. Ailesiyle güzel bir hayat...