Bölüm 6: Mezarlıktaki Karanlık

32 5 4
                                    

Yağız kapının önünde en sevdiğim çiçek olan bir buket laleyle duruyordu. Annemin adı Lale olduğu için küçüklüğümden beri laleleri çok severdim. Yağız bu zaafımı bildiğinden kendini böyle affettirmeye çalışıyordu.

Gülümsemesi yüzünde asılı kalmıştı. Buraya gelme hakkını kendinde nasıl bulmuştu da gelmişti anlamıyordum. Bu kadar yüzsüzlük de bir insan için fazlaydı.

Aral elini kapının kulpundan çektiğinde yüz ifadesini görebilmek için ona döndüm. Kaşlarını çatmış, gözlerini bir an bile olsun Yağız’ın gözlerinden ayırmamıştı. Yüzündeki sorgular ifade bir şeyleri anlamaya çalışır gibiydi.

Yağız sonunda yüzündeki ifadeyi silip konuşmaya başladı. “Alina,  beni içeri davet etmeyecek misin?” dedi artık görebildiğim sahte bir tebessümle. Hiçbir şey olmamış gibi bir de onu içeri davet etmemi bekliyordu. Çok beklerdi.

“Yağız sen ne saçmalıyorsun? Bir de yüzsüz gibi kapıma gelmişsin.” dedim ses tonumdan öfkeli olduğumu anlaması umuduyla. Çünkü öfkemi daha fazla içimde tutamayacaktım. Aral çatık kaşlarıyla bana doğru döndü fakat yine bakışlarından ne demek istediğini çözememiştim.

“Alina, o gerçekten çok büyük bir yanlış anlaşılmadan ibaretti. Hiçbir şey gördüğün gibi değildi. İzin ver anlatayım her şeyi.” dedi Yağız yüzündeki masum ifadeyle. Bakışlarının esiri olmak  ve yenik düşmek istemediğimden gözlerimi başka bir tarafa çevirdim. O sırada Aral’ın yumruk olan büyük elleri dikkatimi çekti. Hiçbir şey bilmeden niye bu kadar öfkeleniyordu ki?

Gözlerimi tekrar Yağız’ın gözlerine çevirdiğimde masum bakışlarının hâlâ üzerimde olduğunu fark ettim. Amacına ulaşmadan buradan gitmeyeceğini çok iyi biliyordum.

“Yağız lütfen gider misin? Benim seninle konuşacak bir şeyim kalmadı artık. Bir daha da kapıma gelme.” Kapıyı suratına kapatmak için yeltendiğimde Yağız kapıya elini koyarak beni durdurdu.

“Alina, bak...” diyecek oldu ama beklemediğim bir anda Aral, Yağız’ın sözünü büyük bir öfkeyle kesti.
“Lan sen hâlâ ne konuşuyorsun? Çek o elini defol git buradan!” Aral’ın bir anda çıkan yüksek sesi sıçramama neden oldu. Bu kadar öfkelenmesini beklemiyordum. Ama neden bu kadar öfkelendiğine de anlam veremiyordum.

Aral’ın bu korumacı yanı dikkatimi çekmişti. Fakat ondan beni korumasını istemiyordum. Kendi sorunlarımla kendim başa çıkabilirdim.

“Sen kimsin de beni buradan kovabiliyorsun?” dedi Yağız da. Sesi Aral kadar öfkeli çıkmamıştı. Fakat yine de onun da Aral’a karşı bariz görülen bir öfkesi oluşmuştu.

“Bak hâlâ duruyor. Sen mi gidersin, ben mi göndereyim?” dedi Aral, Yağız’a birkaç adım daha yaklaşarak. Ne olursa olsun Aral’ın, Yağız’a zarar vermesinden korkarak hızlıca araya girdim. Şu an saçma bir kavga çıkması isteyeceğim son şey bile olmazdı.

“Aral, sakin ol. Yağız sen de daha fazla ısrar etme. Madem kapıma özür dilemeye gelecektin, neden bana bunu yaptın?” Yine merakıma yenik düşmüştüm. Ona şu an çok büyük bir öfke duyuyordum ama neden yaptığını da merak ediyordum.

Bu zamana kadar Yağız’ın beni sevdiğini düşünüyordum. Bana gerçekten değer veriyor gibiydi. Belki de ona olan sevgim yüzünden gerçekleri fark edememiştim. İnsan bazen gözünün önündekileri bile göremiyordu.

“Bunu istemem ne kadar doğru bilmiyorum ama içeride ve yalnız konuşabilir miyiz?” Yağız’ın teklifini her ne kadar kabul etmek istemesem de merakım daha ağır bastı ve başımı aşağı yukarı sallayarak teklifini kabul ettim.
Aral, cevabımı görmek için bana dönmüştü ve aldığı cevap onu pek mutlu etmişe benzemiyordu. Zaten şu anki hâlinden mutlu olmasından bile bahsedilemezdi.

“Aral sen de git istersen. Merak etme.” dedim içini rahatlatmak için fakat işe yaramamış gibiydi. Kaşları olabildiğince daha fazla çatıldığında bu fikir hiç aklına yatmamıştı. Anladığım kadarıyla beni Yağız’la yalnız bırakmak istemiyordu, ama neden? Yağız’ı henüz tanımıyordu bile. Gerçi tanısa bile onun hakkındaki fikirlerinin değişeceğini pek sanmıyordum.

“Alina, saçmalama. Görmüyor musun, adam besbelli senin canını fena sıkmış. Bir de seni onunla yalnız mı bırakayım?” dedi, sanki anlamıyormuşum gibi. Beni bu kadar düşünmesi iyi gibi gözükse de insana nedenini sorgulatıyordu. Onun için bu kadar koruması gereken biri olmam babama olan sözüydü.

Yine de bana böyle çocukmuşum gibi davranması hoşuma gitmemişti. Bu yaşıma kadar annem ve babam bana kendi ayaklarım üzerinde durabileceğimi öğretmişlerdi. Kimsenin yardımına veya korumasına ihtiyacım yoktu. Etrafımda kimse kalmasa bile ben tek başıma daima dimdik ayakta durabilirdim. Bu sonsuza kadar böyle olacaktı.

“Aral git artık. Bana çocuk muamelesi yapma. Senin korumana falan da ihtiyacım yok,” dedim omuzlarımı dikleştirerek. Beni küçük görmesini kesinlikle istemiyordum.

Konuşmak için ağzını açacak olduğunda lafı ağzına tıkayarak tekrar konuşmaya başladım. “Bundan sonra da beni korumaya falan çalışma. Babama verdiğin sözü de unut.” diyerek son noktayı koydum.

Geçmesi için kapıyı da sonuna kadar açtım ve gitmesini bekledim. Aral kısa bir süre yüzüme baktı ve sonra da kapının eşiğinden bir adım attı. Dönüp tekrar baktığında “Ben her zaman sözümün arkasındayım.” diye fısıldadı. Zorlukla da olsa onu duyabilmiştim ve bakışları artık çok yalın bakıyordu.
Tekrar arkasını döndü ve sessiz adımlarla evden uzaklaştı. O giderken yapabileceğim tek şey arkasından bakmak oldu. Evet, gitmesini ben istemiştim. Öyleyse şu an neden böyle hissediyordum? Gitmesini istemiyormuş gibi... İçimdeki ses bu karşılaşmamızın son olmadığını söylüyordu.

Arkası dönük giderken bile gözlerindeki anlayamadığım derin anlam beni içine çekiyordu. Bu adam anlam veremediğim duygular barındırıyordu. Gitmesini istemiyordum ama bu doğru gelmiyordu. Ben tek başıma da her şeyi halledebilirdim. Kimseye ihtiyacım yoktu ki benim.

Ama bazen kimseye ihtiyacımızın olmadığını sandığımız zamanlarda bile birilerine ihtiyaç duyuyorduk.

“Öhöm öhöm,” Duyduğum öksürük sesiyle andan kopup şu ana döndüm. Yağız’ı tamamen unutmuştum. Aral, beni hiçbir şey yapmadan bile andan koparabiliyordu. Oysa onun beni uzun zamandır tanımasının aksine ben onu çok kısa bir süredir tanıyordum. Üzerimde böyle bir etkisi olması hiç hoşuma gitmiyordu.

Yağız’ın hâlâ kapının önünde beklediğini fark edince sessizce geçmesi için kenara çekildim. Yağız hemen büyük adımlar atarak içeri geçtiğinde ben de kapıyı arkasından kapattım. Direkt salona geçtiğinde elindeki çiçekleri masaya bıraktı.

Yağız bana doğru döndüğünde çatılmış kaşlarını gördüm. “Burada neler oldu böyle? Alina, doğruyu söyle, yoksa o adam mı yaptı? Sana bir zarar mı verdi? Kimdi o?” diye birkaç soruyu hızlıca arka arkaya sıralamaya başladı.

Aral hakkında böyle düşünmesi beni biraz sinirlendirmişti. İçimdeki ses Aral’ın bana asla zarar vermeyeceğini söylüyordu ama bunu neye dayanarak söylüyordu bilmiyordum.

“Saçmalamayı kes. Ne söyleyeceksen söyle, sonra da evimden defol git.” diye aniden çıkıştığımda bu kadar öfkelenmeme neden olan şeyi bilmiyordum. Ama içimdeki Aral’ı, Yağız’a karşı savunma isteğine de hakim olamıyordum.

İçimdeki sesi güç bela susturduğumda Yağız bir kanepeye oturdu. Ben de tam karşısına oturdum ve söyleyeceklerini bekledim. Aslında onu ne diye dinlediğimi ve içeri aldığımı bilmiyordum. Belki de sadece mantıklı bir açıklama bekliyordum ama yaşadığım şeyin mantıklı bir açıklamasının olduğu da muammaydı.

Yağız derin bir nefes aldıktan sonra boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.

“Hiçbir şey gördüğünü zannettiğin şey gibi bir şey değildi. Gördüklerinden ne çıkarım yaptın bilmiyorum ama yanlış bir şeyler anladığın kesin. Buraya da bunu açıklamaya geldim zaten,” dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. Bunlar kulağa pek inandırıcı gelmese de yine de dinlemeye devam ettim.

“O gün Beril’e seninle ilgili konuşmak için gittim. Hastanede de ziyaretine geldim ama uyuduğun için beni hiç göremedin. Bu yüzden de yanına hiç gelmediğimi sanıyorsun. Taburcu olduğun gün de gelmiştim ama sen çoktan gitmiştin. Ben de belki Beril’e gitmişsindir diye oraya gittim ama orada da yoktun. Ben de belki yalnız kalmak istersin diye gelmedim.” dedi gözlerini kaçırırken.

Ama atladığı bir şey vardı ki ben onları taburcu olduğum günden sonra görmüştüm. Yani bu demek oluyordu ki Beril’e ben taburcu olduktan sonra da gitmişti. Bu söylediklerine belki inanabilirdim ama sonrasında neden tekrar Beril’e gitmişti ki?

“Yağız,” dedim sıkıntılı bir nefes alarak. “Bu söylediklerin mantıklı değil. Ben taburcu olduktan birkaç gün sonra gördüm sizi, o zaman neden oradaydın?” diye sordum. İtiraf etmese de açığını yakalamaya çalışıyordum.

Hızlıca atılıp kendini savunmak için tekrar konuşmaya başladı. “Sonraki gün de Beril’den bilgi almak için gittim. O senin en iyi arkadaşın, dostum dediğin insan. Belki bir şeyler öğrenmiştir diye onun yanına gittim.” dedi tek nefeste. Nedense bunlar pek inandırıcı gelmiyordu.

“Sizi dışarıda gördüğüm hâliniz neydi o zaman? Bunu da açıklayabilecek misin?” dedim, hâlâ açığını aramaya çalışırken. İtiraf etmesini bekliyordum çünkü kendim bunu kabul etmek istemiyordum. Ben onu gerçekten sevmiştim. En yakın arkadaşımın da bana bunu yapmasını hazmedemiyordum.

“Beril çok kötüydü. Kız resmen sarsılmış, mahvolmuş bir hâldeydi. Sarıldı bir anda, kendini çok kötü hissettiğini söyledi. Bende bir şey diyemedim, şaşırdım tabii ama ne yapsaydım kız o hâldeyken? Gerçekten aramızda sandığın gibi bir şey olmadı, olamaz da.” dedi hemen savunmaya geçerken. Ses tonu gerçekten ona inanmamı ister gibiydi.

Yağız’ın bu sözleri içimdeki fark edilmeyen yangını körükledi, gözlerim doldu. Dediğine göre Beril kötü hissediyormuş, peki ben? Ben ne hâldeydim hiç merak etmedi mi? Birilerine en çok ihtiyacım olduğu anda yanımda yoktu. Hiç kimse yoktu. Beril’i düşünürken beni hiç önemsememişti.

Zaten hep birilerine ihtiyacımız olduğunda herkes ortadan kaybolurdu. Biz yapayalnız tekrar hayata tutunmaya çalışırdık.

“Peki ben, Yağız...” diyebildim fısıltıyla çıkan sesimle. Sözlerimle birlikte gözümden bir damla yaş aktı. “Beni hiç önemsemedin mi? Ben ne haldeyim merak etmedin mi?” Kelimeler dudaklarımdan bir bir dökülürken yaşlar da bu anı bekliyormuş gibi hızla akmaya başladı.

“Yalnız kalmak istediğimi mi düşündün gerçekten? Ya benim en çok birilerine ihtiyacım olduğu zaman sen yoktun! Ne yapıyordun? Beril’in omzunu mu sıvazlıyordun yoksa? Benim en çok sana ihtiyacım vardı. En çok sen yanımda ol istedim. Ama sen yine yoktun!” Yüksek çıkan sesim Yağız’ı şaşkına uğratmışa benziyordu. Bu kadar dolduğumu, üzüldüğümü gerçekten fark etmemiş olamazdı. Gözünde ne kadar değersiz olduğumu anlamalıydım.

“Ya hiç tanımadığım bir adam bile senden daha çok sahip çıktı bana. Yabancı bir adam bile beni korumak istedi. Onun kadar bile olamadın. Senin gözünde hiç mi değerim yoktu? Şimdi de gelmiş bir çiçekle gönlümü alabileceğini sanıyorsun,”

Gözlerim gözlerine kenetlenmişti. İçimde kopan binlerce duygunun haddi hesabı yoktu. Üzüntü, öfke, kırgınlık, değersizlik, pişmanlık... Her biri kalbimi her geçen saniye daha fazla kırıyordu. Ben bunları hak edecek ne yapmıştım?

“Yağız, beni hiç mi sevmedin?” dedim fısıltıyla çıkan titrek sesimle. Sesimin titremesine engel olamamıştım ama o kadar kısık bir sesle söylemiştim ki duyabildiğinden emin değildim.

Gözyaşlarım çenemden boynuma doğru akarken başımı eğdim ve karşısında ağlamaya devam ettim. Ağlamak istemiyordum ama içimden geliyordu, kendime engel olamıyordum. Sadece ağlamak ve içimdekileri dökmek istiyordum.

Yağız ayağa kalkıp hızla yanıma geldi ve sağ tarafıma oturdu. Ellerini saçlarımda hissettiğimde başımı kendine doğru çevirdi ve saçlarımı yüzümden çekti.

“Güzelim,” diye fısıldadı yatıştırıcı bir sesle. “Seni çok seviyorum. Nasıl böyle düşünebilirsin? Ağlama, lütfen. Söz veriyorum seni bir daha asla yalnız bırakmayacağım.” Yağız’ın yatıştırıcı sesi bakışlarımı yerden kaldırıp ona çevirmeme neden oldu. Gözlerindeki anlam sanki kendinde suç bulduğunu gösteriyordu.

Başımı omzuna yatırdığında hıçkırarak ağlıyordum. Onun yüzünden bu hâldeydim ama onun omzunda ağlıyordum. Fakat şu anki duygu durumum bunu sorgulayacak hâlde değildi.

Beni bu kadar öfkelendirmiş ve üzmüştü. Hâlâ ona karşı bir kırgınlığım vardı ama öfkem de dinmişti. Sadece kırgındım. Beni böyle üzebildikleri için, beni düşünmedikleri için, beni önemsemedikleri için...

Ama benim de kalbim vardı, ben de bir insandım. Sevilmek istiyordum, her insan gibi. Düşünülmek, önemsenmek istiyordum. Bir yerlerde beni seven insanların olduğunu bilmek istiyordum.
Dakikalarca Yağız’ın omzunda ağladım. Saçlarımı okşuyor, beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Saatlerce böyle kalabilirdim ama bu kadar kolay ikna olup ona sığındığıma inanamıyordum. Beni yeniden bu kadar kolay elde edebilmesi kendime sinirlenmeme neden oluyordu. Ama elimden de bir şey gelmiyordu. Ben bir çift söze inanabilecek kadar aptal bir insandım.

Yağız’ın omzundan başımı kaldırdığımda “Beni böyle sevebilecek misin?” diye sordum. Bahsettiğim şey kesik olan sağ kolumdu. O da bunu çok iyi biliyordu. Soruyu sorarken havalanan kaşlarıma ters olarak Yağız hafifçe gülümsedi ve “Ben seni her hâlinle seviyorum.” dedi. Bende hafifçe tebessüm ettiğimde nedense bir rahatsızlık duydum. Evet, duymayı beklediğim cümle buydu ama neden böyle hissediyordum? İçimde hâlâ öfke kırıntıları vardı.

Yağız’ın kolları arasından çıkıp ayağa kalktım ve karşısında dikildim. Bu hareketimle Yağız’ın kaşları çatılmıştı. “Bir sorun mu var?” diye sordu. İçimdeki anlamsız rahatsızlık hissini bastırmaya çalışırken “Sen artık gitsen iyi olur.” dedim. Yağız’ın bu tepkime anlam veremediğini anlasam da bir şey söylemedi.

Kapının önüne geldiğimizde bana doğru döndü ve “Hâlâ sevgiliyiz öyle değil mi?” diye sordu.

“Bilmiyorum,” diye cevap verdim çünkü gerçekten de bilmiyordum. Ona her ne kadar kırgın ve kızgın da olsam bir tarafım onu affetmemi söylüyordu. Diğer tarafım ise onu asla affetmemem gerektiğini...

“Bana biraz süre vermek zorundasın Yağız. Hiç kolay bir süreçten geçmiyorum. Hayatım resmen tersine döndü.” dedim ağlamaktan kısık çıkan sesimle. Biraz zamana ve kafamı toparlamaya ihtiyacım vardı. Bir karar verecek olsam bu kararın hiç sağlıklı olacağını sanmıyordum.

Yağız yavaşça başını aşağı yukarı salladı ve evden çıktı. Hiç beklemeden kapıyı arkasından kapattım. Yalnız kalmak ve bir süre düşünmek istiyordum.
Merdivenlerden çıkıp anne ve babamın odasına girdim. Yavaşça yatağa sırtüstü uzandım ve boş tavanı izlemeye başladım.

Yağız’ı affetmeli miydim bilmiyordum. Kalbimi çok kırmıştı ama anlattıklarından sonra fevri bir karar vermek istemiyordum. Beni gerçekten sevmiyor olsaydı neden elinde çiçeklerle kapıma gelsin ki? Ya da beni gerçekten seviyorsa neden beni düşünüp hiç yanıma gelmemişti? Ona ihtiyacım olduğunu bilmeliydi.

Yağız’ın benim kalbimi kırdığı gibi ben de Aral’ın mı kalbini kırmıştım? Ona karşı istemeden çok ağır konuşmuştum. Aslında niyetim asla kalbini kırmak değildi ama bir anda her şey öyle gelişivermişti.

Aral’ın babama verdiği söz, yollarımızın kesişme nedeniydi. Bana karşı bu söz yüzünden böyle sahiplenici davranıyordu. Bunun başka bir açıklaması olamazdı, olmamalıydı.

Bir süre öylece hareket etmeden, boş bakışlarla tavanı izledim. Bu hayata nasıl devam edebilecektim? Ben böyle yaşamayı bilmiyordum ki. Yarım ve eksik...

Dışarıdan bakıldığında insanlar nasıl bir durumun içinde olduğumuzu anlamazlardı. Bunu sadece biz bilebilirdik. İnsanlar sadece konuşur ve kendi kafalarından bir şeyler uydururlardı. Ama kimse gerçeği öğrenmek istemezdi. Bu hep böyleydi.

Benim de mutlu bir hayatım varken böyle düşünüp düşünmediğimi hatırlamaya çalıştım ama bir sonuca varamadım. Belki de bende diğer insanlar gibi düşünüyordum. Çevremde bir hastalığı olan insan gördüğümde üzülüyor ve acıyarak bakıyordum belki. Bilmiyordum.

Bazen empati yapmak bile yetmiyordu. Aynısını yaşamadan anlamıyorduk ama ben şu an daha iyi anlıyordum.
Hiç kimse istediği hayatı mükemmel bir şekilde yaşayamazdı veya hayatlarını her zaman kendi istekleri doğrultusunda değiştiremezdi. Bazen hayatımız bize sormadan değişebilirdi. Biz sadece uyum sağlamak zorunda kalırdık.

Ama ben hayatımı istediğim gibi şekillendirmeyi öğrenecek ve bu hayata her şeye rağmen meydan okuyacaktım.


5 gün sonra...

Dikişlerimi aldırmak üzere hastaneye gelmiştim. Son yaşadığım olaydan sonra Yağız sürekli aramıştı. Nasıl olduğumu ve onu affedip affetmediğimi sorup durmuştu. Geçiştirici cevaplar vermiştim çünkü hâlâ duygularımda emin değildim.

Aral’ı bir daha hiç görmemiştim. 5 gündür hiç gelmemişti. Onu düşündüğümden daha fazla kırdığımı düşünmeye başlamıştım. Numarası bende olsa da aramaya cesaret edememiştim. İçimdeki merak duygusu artsa da aynı zamanda daha yeni tanıdığım bir adama bir şey olmuş olma ihtimali yüzünden tedirgindim.

Hastane koridorunda yürürken ileride gördüğüm hemşirenin tanıdık yüzü duraksamama neden oldu. O, bana taburcu olduğum gün pansuman yapan hemşireydi. Yüzündeki içten tebessümü karşısındaki bir diğer hemşireyle konuşurken yerini koruyordu. Sapsarı uzun saçlarını yukarıda topuz yapmıştı.

Derin bir nefes alıp onlara doğru yürümeye devam ettiğimde hemşire beni fark etti. Yüzündeki tebessüm silinecek gibi oldu ama hemen yerini daha geniş bir gülümseye bıraktı.

“Merhaba, sizi hatırlıyorum.” dedi hemen. Beni hatırlamasına şaşırmıştım. Günler geçmesine rağmen zihninde yer etmem tuhafıma gitse de ben de gülümsemesini karşılık verdim. İsmini unuttuğum için gözlerimi yaka kartına çevirdiğimde adının İnci olduğunu hatırladım.

“Merhaba,” diye karşılık verdiğimde bakışlarımı yanındaki bir diğer hemşireye çevirdim ve ona da bir baş selamı verdim.

“Ben dikişlerimi aldırmak için gelmiştim de.” dedim çekingen bir ifadeyle. Hemşire hemen cevap verdi.
“Tabii, size eşlik edeyim. Dikişlerinizi ben alacağım.” Yanındaki diğer hemşireye “Sonra konuşuruz.” deyip eliyle bana yolu işaret etti. O önden ben arkasından giderken sonunda dikiş alınan yere gelmiştik. 

İnci hemşire kapıyı açtı ve içeri girmem için müsaade etti. Küçük odaya girdiğimde İnci hemşire de arkamdan girdi ve kapıyı kapattı.

“Nasılsınız Alina hanım?” diye sorduğunda ismimi bile hatırlıyor olmasına şaşmamalıydı. Anlaşılan hafızası kuvvetli birisiydi. “Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?” diye sordum ben de nezaketen. “İyi olmaya çalışıyorum diyelim.” diye cevap verdi hemşire. Bir yandan da dikişleri almak için birkaç malzeme çıkarıyordu.

Bütün malzemeleri çıkardığında “Hazırsanız başlıyorum.” diye haber vermeyi unutmadı. Başımı onaylar şekilde salladım.

Kolumdaki sargıyı açmaya başladı. Hastaneye gelene kadar Aral’ın bu konuda bana olan cümlelerinden sonra her gün pansuman yapmıştım. Dikkat etmem gerekiyordu.

Hemşire sargıyı tamamen açtı ve eline bilmediğim birkaç malzeme alarak dikişleri almaya başladı. İşine konsantre olmuş bir şekilde yavaşça dikişleri alırken acısız bir işlem olduğunu anlamıştım. Ya da hemşire işini çok iyi yapıyordu.

Dikişler alınırken ben yine düşüncelere dalmıştım. Bugün hastaneden çıktığımda ilk defa anne ve babamın mezarına gidecektim. İlk defa onları öyle görecektim. Günlerdir cesaret edip gidememiştim. Korkuyordum. Dışarı bile çıkamazken nasıl onların yanına gidecektim ki? Ama bugün o gündü.

Hemşire sanki aklımı okumuşçasına “Anne ve babanızın mezarına gittiniz mi?” diye sordu. Düşüncelerimden sıyrılıp hemşireye şaşkınca baktığımda zihnimi okumuş olma düşüncesi beni ürküttü. Bu düşünceyi hemen aklımdan sildim ve hemşireye cevap verdim.
“Henüz gitmedim. Bugün gideceğim.” Neden açıklama gereği duydum bilmiyordum ama söylememde herhangi bir sakınca olacağını sanmıyordum.

“Anladım, sizinle gelmemi ister misiniz? Yani eğer bir sakıncası yoksa.” İnci hemşireden beklemediğim bu cümle karşısında ne diyeceğimi bilemedim.

“Bir sakıncası yok ama...” diyecektim ki hemşire sözümü kesip yeniden konuşmaya başladı. “Öyleyse sizinle gelebilirim. Yalnız kalmanız sizi daha kötü yapar. Hem benim arabamla gidebiliriz.”

Hemşirenin benimle gelmek konusunda bu kadar istekli olacağını tahmin etmemiştim. Aslında bir bakıma benimle gelmesi iyi olabilirdi çünkü mezarlığa gittiğimde nasıl bir duygu değişiminde olacağımı az çok tahmin etsem de sonunda ne olur bilemiyordum. Ayrıca eve sağ salim bir şekilde de dönebilirdim. Bu fikir aklıma yattığı için hemşirenin teklifini kabul ettim. Hemşireden aldığım enerji ondan bana zarar gelmeyeceğini ve iyi bir insan olduğunu söylüyordu.

Dikiş alma işlemi bitmiş ve hastaneden çıkmıştık. İnci hemşire de birkaç saatliğine izin almıştı. Şimdi ise hemşirenin arabasında mezarlığa doğru gidiyorduk.

Mezarlığa geldiğimizde “İnci hanım isterseniz siz gelmeyin.” diye bir teklifte bulundum. Hemşire bu söylediğime alınmış gibi bir bakış attı ve “Bana siz dememe gerek yok, İnci diyebilirsin. Ayrıca bu soruyu duymamış olayım. Seni tek başına bırakamam.” dedi. O da çoktan senli bir şekilde konuşmaya başlamıştı. Bir şey demedim ve arabadan indik.

Mezarlığın kapısından içeri girdim. İnci sessizce arkamdan geliyordu.
Anne ve babamın mezarlarının ne tarafta olduğunu bile bilmiyordum. Bu yüzden bir süre etrafta birkaç  adım atarak mezarlarını bulmaya çalıştım. Ama bulamıyordum. Anne ve babamın mezarlarını bulamıyordum.

İçimdeki telaş artmaya başladığında gözlerim de dolmaya başlamıştı. Hızlıca rastgele bir yerlere adımlar atıyor, mezarlarını bulmaya çalışıyordum. Gözlerimdeki yaşlar yavaş yavaş süzülmeye başladığında nefes alışlarım hızlandı. Onları bulamıyordum. Neredelerdi?

“Nerede- neredesiniz?” Mezarları yoktu. Beni terk etmişlerdi. Hiçbir yerde bulamıyordum. İçimdeki korku giderek büyürken yaptığım tek şey etrafımda dönüp durmaktı. Kendi anne ve babamın mezarını bulamıyordum!

“Sakin ol Alina, gel birlikte bulalım. Burada bir yerdedirler.” diyen İnci’nin sesini işittim. Omuzlarımdan tutmuş beni yönlendirmeye çalışıyordu ama benim zihnimde dönen tek bir cümle vardı: Onları kaybettim.

“Yoklar, yoklar, yoklar...” Yaşlar daha hızlı akarken kendimi kaybettim. “Hiçbir yerde yoklar! Kaybettim onları. Anne ve babamı artık sonsuza kadar kaybettim!” diye bağırdım. Öyle çok bağırmıştım ki boğazım acımıştı.

“Alina, Alina bana bak, onları bulacağız. Lütfen sakin olmaya çalış. Kimseyi kaybetmedin.” İnci iki elinin avuç içiyle yanaklarımdan tutmuş, başımı ona doğru çevirmişti. Onu zar zor duyuyordum. Âdeta kalbim kulaklarımda atıyordu.

Biraz olsun kendime gelmeye çalışarak İnci’yi dinledim ve mezarlarını aramaya başladık. Bacaklarım titrerken yürümekte zorlanıyordum. Kendimi kaybetmiştim.

“İşte orada!” diye hafifçe kulağıma doğru fısıldayan İnci’nin sesi kalp atışlarımın hızını tekrar arşa çıkardı. Baktığı yöne doğru döndüğümde onları gördüm. Anne ve babamın mezarını...

İki tane yan yana duran mezar. Üzerlerinde anne ve babamın adının yazdığı iki mezar. Söylemesi kolay gelen ama yaşaması imkansız olan iki mezar...

Yaşlar tekrar gözlerimden firar ettiğinde mezarlarına doğru küçük adımlar attım. Adımlarım sanki beni geri geri sürüklüyormuş gibiydi. Buna hazır mıydım? Artık onların ölümünü gerçekten kabullenmiş olacaktım. Kabullenmeye hazır mıydım?

Mezarlarının başına geldiğimde bacaklarım daha fazla dayanamadı ve  soğuk toprağın üstüne düştüm.

“Anne, baba ben geldim.” Çatallaşmış çıkan sesim şu an umurumda bile değildi. Karşı taraftan hiçbir ses çıkmayınca gözyaşlarım daha hızlı akmaya başladı. “Beni özlediniz mi?” Ellerimle toprağı sıktım. “Ben sizi çok özledim. Ne olur geri gelin. Ben siz olmadan yaşayamam ki. Benim yanımda siz olmazsanız kimse olmaz ki.” dedim mezarlarına doğru.

Onları gerçekten çok özlemiştim. Anne ve babam yanımda olmadan ben bu yolda nasıl yürüyecektim ki?

Ellerimle toprağı sıktığım için parmaklarım acımıştı ama bu acıyı bile neredeyse hissetmiyordum.

Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda yüzüme birkaç damla yağmur damlası döküldü. Yağmurun yağdığını bile şu ana kadar fark etmemiştim. “Beni izlediğinizi biliyorum ama keşke yanımda olsanız.” diye fısıldadım gökyüzüne doğru. Yağmur şiddetini arttırmıştı.

İnsanın anne ve babasını kaybetmesi bu dünyadaki en acı şey olmalı. Onu hayata getiren insanların onu bu hayatta bir başına bırakması ise çocuklara sunulan en zor sınavlardan biriydi. Ben belki çocuk sayılmazdım ama hâlâ anne ve babamın minik prensesiydim.

Beni bu acımasız hayatta bir başıma bıraktıkları için onlara kızmamalıydım. Böyle bir hakkım yoktu çünkü onların da yaşamayı seçme hakkı olmamıştı. Ama insan keşke demeden de duramıyordu.
Aniden başım dönmeye başladı, gözlerim karardı. Sanki andan soyutlandım. Kendimi kaybettim.

Bilincim kapanmadan hemen önce anne ve babamın mezarının yanına doğru toprağa serildim. Sonrası ise sonsuz bir karanlıktı.















Kemanımın SesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin