Aral Demir...
Hayatımızda beklenmedik anlar olur. O anlar bazen bize bir felaketi bazen ise bir mucizeyi verebilir.
10 yaşımda anne ve babamı bir yangında kaybettiğimde hayat bana çoktan tekmesini atmıştı. Evimizde çıkan bir yangın anne ve babamı kaybetmeme neden olmuştu. Üstelik yangının sorumlusu benken...
Erkek kardeşim Anıl o zamanlar henüz 5 yaşındaydı. O pek hatırlamasa da benim zihnime bir daha silinmemek üzere kazınan, hayatımı değiştiren o yangındı. O yangında henüz 10 yaşında küçük bir çocukken bizi kurtarmaları için attığım yardım çığlıkları hâlâ kulağımda çınlıyordu.
Ailemi kurtarmak için gelen itfaiye ekiplerine o yaşımda hayran kalmıştım. Ama onlar anne ve babamı o yangından erken çıkaramamışlardı. Annem ve babam evin diğer tarafında oldukları için onları yangından kurtarmaları zaman almıştı ve bu yüzden geç kalmışlardı. Ya o yangın hiç çıkmasaydı? Daha erken gelebilselerdi belki...
Zihnimden atmaya çalıştığım düşüncelere hapsolmuştum. Eğer o yangın benim yüzümden çıkmasaydı annem ve babam ölmeyecekti. Belki de bizim bir aile olarak hayatımız mutlu bir şekilde devam edecekti. Belki de onlar benim büyüdüğümü ve bir itfaiyeci olduğumu görebileceklerdi. Her şeyin suçlusu bendim. Onların ölümüne ben sebep olmuştum.
Bir ağaca yaslanmış onu inceliyordum. Alina’nın kendinden geçmiş hâli bana kendimi hatırlatıyordu. Ona baktıkça kendimi görüyordum. Anne ve babamı kaybettiğimde, kardeşimle bir başımıza kalmıştık. Çaresizce ne yapacağımızı, nereye sığınabileceğimizi düşünüyordum. 10 yaşındaki Aral, ailesi dağıldıktan sonra kendini, kardeşini korumaya adamıştı.
Sevdiğim insanların hep korumam altında olmasını istiyordum. Diğer sevdiklerimin de gitmesini istemiyordum. Onları kaybetme korkusu korumacı yanımı harekete geçiriyordu. Bu yüzdendi sürekli birilerini korumaya çalışmak istemem.
Alina, anne ve babasının mezarının başına dikilmiş ağlayarak bir şeyler söylüyordu. Bu mesafeden ne dediğini anlayamasam da içini döktüğünden emindim. Bir zamanlar bende böyleydim. Ama zaman, acımızı dindirmese de hafifletiyordu.
Evet, onu yine takip etmiştim. O gün bir anlık sinirle ona yükselmiştim ve o da bana aynı şekilde karşılık vermişti. Ve ben de bir aptal gibi çekip gitmiştim ama o kadar şey söyledikten sonra orada kalmanın doğru olacağını düşünmemiştim.
Oradan gittikten sonra bir daha gidip gitmemek konusunda uzunca bir süre kafa yormuştum. Fakat sonra böyle düşünmemin yanlış olduğuna kanaat getirmiştim ve Kenan amcaya verdiğim söz aklıma gelmişti.
Kardeşimle anne ve babamızı kaybettikten sonra amcam bizi yanına almıştı. Bizden hiçbir şeyi esirgememiş ve kendi çocuğuymuşuz gibi bakmıştı. Sonralarda yolum Kenan amca ile kesişmişti. Hayat hikâyemi öğrenince bana ve kardeşime bir baba edasıyla yaklaşmıştı. Ona olan borcumu hayatım boyunca ödeyemezdim.
Daldığım düşüncelerden çıkmama neden olan şey Alina’nın soğuk toprağa dizlerinin üzerinde çökmesi neden oldu. Kendini kaybetmişe benziyordu- ailesini kaybeden her insanın olacağı gibi- ve çok fazla ağlıyordu. Bu olay onu fazlasıyla sarsmıştı ve derinden etkilemişti.
Alina’nın yanına gitmek istesem de kendimi tuttum ve acısını yaşamasına izin verdim. Ama daha ne kadar acı çekecekti ve kendini daha ne kadar yıpratacaktı kestiremiyordum.
Onu uzun zamandır tanıyordum. Kenan amca bana bir kızı olduğundan bahsetmişti. Alina’dan iki yaş büyük olduğumu yine de onunla çok iyi anlaşacağımı söylemişti. Birkaç kez onu uzaktan görsem de daha önce hiç konuşmamıştım.
Tuhaf bir aurası vardı. Onu hiç surat asarken görmemiştim, hep çok mutlu gözükürdü. Çok neşeli, hayatı seven ve umutları olan bir kıza benziyordu. Keman çaldığını duyunca istemsizce onu daha fazla merak etmeye başlamıştım.
Ama şimdi bunlardan hiçbirini Alina’da göremiyordu. Anne ve babasının mezarının yanına oturmuş içli içli ağlayarak bir şeyler söylüyordu. O masum neşesi gitmiş, hayat enerjisi sönmüş ve bütün umutlarını kaybetmiş o kız...
Onu değiştirebilir miydim bilmiyordum. Belki bir ihtimal de olsa ona yardımım dokunurdu. Amacım hayatına girmek değildi. Ben sadece sözümü tutmaya ve onu korumaya çalışıyordum. Bu her zaman da böyle olacaktı. Ona karşı olan sözümü tutacak ve hayatına engel olmayacaktım. Başka hiçbir şey olmayacaktı.
Gözlerimi Alina’nın üzerinden bir an bile ayırmıyordum. Sanki ona bakmayı bıraksam kaybolacakmış gibi korkuyordum.
Alina’nın anne ve babasının mezarının yanına düşen bedeni düşüncelerimi keskin bir bıçak gibi kesti. Yaslandığım ağaçtan omuzlarımı ayırdım ve o yöne koşmaya başladım. Kendinden geçecek kadar çok ağlamıştı ve şu anda karşımda baygın yatıyordu. Hastanede gördüğüm hemşire de hızla geldiğinde çatık kaşlarla bir bana bir de yerde yatan kıza bakıyordu.
“Siz kimsiniz?” diye sordu sarışın hemşire. Kendimi açıklayacak zamanım ve isteğim olmadığı için “Soru sorma, zamanı değil.” diyerek cevap verdim. Dikkatlice Alina’yı yerden kaldırıp kucağıma aldım ve arabama doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım.
Arkamdan gelen sarışın hemşire de bana yetişmek için büyük adımlar atarak hızlı hızlı yürüyordu. Sanırım tanımadığı bir adam tarafından arkadaşının nereye olduğunu bilmediği bir yere götürülmesinden dolayı korkuyordu.
Tam da tahmin ettiğim gibi “Onu nereye götürüyorsunuz?” dedi sesindeki korku tınısıyla. Kim bilir aklından hangi senaryolar geçiyordu. Bıkkınlık ifadesiyle sıkıntılı bir nefes verdim ve bir anda durup hemşireye doğru döndüm. “Hastaneye,” dedim sanki ortada olan bir şeyi söyleyerek. “Peşimde dolanacak mısın böyle?” dedim ve sesim de biraz öfkeli çıktı.
Kaşlarını daha fazla çattı ve büyük bir hızla cevabı yapıştırdı. “Pardon ama hiç tanımadığım bir insan arkadaşımı bir anda kucaklayınca normal karşılaşıyorum. Ayrıca benim arabam var ve onu ben hastaneye götürebilirim. Doğru ya, aslında ben bir hemşireyim ve arkadaşıma bakabilirim.” Kaşlarını çatmış ve âdeta gözlerinden ateş atarak bana bakıyordu.
Derin bir nefes verdim ve bir nevi söylediklerinin doğru olduğunu düşündüm. Sonuçta beni tanımıyordu ve Alina’yı böyle kucaklayarak götürmemi garip karşılamıştı. Ama bilmediği çok şey vardı.
“Bana güven ve sorgulama, gerçekten zamanı değil. Eğer Alina isterse sana her şeyi anlatır. Ayrıca o benim kim olduğumu biliyor.” dedikten sonra tekrar arkamı döndüm ve arabama yürüdüm. Hemşire en son bıraktığım yerdeydi ve sadece boş boş bakıyordu. Sanırım söylediklerimi idrak etmeye çalışıyordu fakat ağır bir şey söylememiştim.
Sonunda bakmayı kesti ve arkamdan gelen adım seslerini işittim. Sonunda fark edilmemek için uzağa park ettiğim arabama gelmiştim. Arka koltuğun kapısını açtım ve Alina’nın hâlâ baygın olan bedenini koltuğa yatırdım.
Hemşire de diğer arka kapıyı açtı ve arabaya bindi. Bir şey söylemeye hakkım olmadığını düşünerek sustum ve bende sürücü koltuğuna geçtim.
Arabayı çalıştırdığımda hemşireye “Araban olduğu konusunda yalan mı söyledin?” diye sordum. Sarı hemşire sanki bir aptalmışım gibi yüzüme küçümseyici bakışlar attı ve “Bir arabam var ama gerçekten sizi yalnız bırakacağımı mı düşündün? Hâlâ sana güvenmiyorum, o yüzden ben de geleceğim. Alina’yı asla yalnız bırakmam.” dedi. Ardından elini Alina’nın başına koyarak hafifçe okşadı ve onu kendine getirmeye çalıştı. Alina, hiçbir tepki vermeden, başı hemşirenin dizlerinde öylece yatıyordu.
Son sürat hastaneye doğru yol aldığımda gözlerim sürekli Alina’ya kayıyordu. Anne ve babasının ölümü onu düşündüğümden fazla etkilemişti. Kendinden geçene kadar ağlaması ve sonucunda da baygın düşmesi bunun bir kanıtıydı.
Ben anne ve babamı kaybettiğimde henüz küçük bir çocuk olduğum için onlarla daha az zaman geçirmiştim. Üzülmemem için etrafımdaki insanların söyledikleri yalanlara rağmen her şeyin farkındaydım. Kabullenmek her ne kadar zor olsa da insan bir süreden sonra alışıyordu. Büyümeye başladığımda anne ve babamın görüntüleri yavaş yavaş zihnimden silinmeye başlamıştı. Ve zamanla ben onların seslerini unutmuştum. Ölen bir insanın sesini unutmak kalana en büyük zulümlerden sadece bir tanesiydi.
Şimdi anılarımız zihnimde puslu bir şekilde yer etse de tamamen yoktu. Bu dünya her birimizden bir şeyler çalardı ve benden de küçük bir çocuğun ailesini çalmıştı.
Hastaneye geldiğimizde arabadan inip Alina’yı yine kucağıma almıştım. Hâlâ baygındı fakat bir şeyler sayıklıyor gibiydi. Anlaşılmayan kelimeler ve mırıltılar devam ettiğinde ne dediğini anlamaya çalıştım ama kelimeler dudaklarından dökülmüyor gibiydi. Bir şeyler mırıldanıyor, susuyor ve tekrar mırıldanıyordu.
Sarı hemşire bizi bir yere yönlendirdiğinde arkasından onu takip ediyordum. Boş bir odaya girdiğimizde Alina’yı yatağa yatırdım. Sayıklamaları durmuştu ama hâlâ baygındı. Hâlâ uyanmadığı için endişelendim ve “Daha ne kadar böyle baygın kalacak?” diye sordum sarı hemşireye.
Hemşire serumu taktıktan sonra bana döndü. “Çok hâlsiz kalmış ve yorulmuş. Üstüne bir de bu kadar çok ağlayınca baygın düşmesi çok normal. Serum onu biraz kendine getirir. Ama biraz dinlense iyi olur.” Bir şey demeden sadece başımla hemşireyi onayladım ve bakışlarımı Alina’nın solgun yüzüne çevirdim.
Kendini hiç düşünmüyordu. Anne ve babasının ölümü, ona kolunu unutturacak derecede ağır gelmişti. Öyle ki bir kere olsun kolu için ağladığını görmemiştim. Belki de bazı duyguları içinde yaşıyordu, bilemiyordum.
Ama içine attığı duygular onu tüketiyordu. Ağlasa da kendini tutsa da giderek mahvoluyordu. Alışması lazımdı ama hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi kolay değildi.
“Siz artık gitseniz iyi olur. Bu arada adınız neydi? Malum, Alina uyanınca o kişinin kim olduğunu bilmek isteyebilir.” Hemşire tekrar konuştuğunda ona adımı söyleyip söylememe konusunda kararsız kalsam da hiçbir şey söylemedim.
“O uyanana kadar bir yere gitmeyeceğim. Uyandığında da kim olduğumu görür zaten, ismimi öğrenmenin bir lüzumu yok.” dedim tavrımı koruyarak. Hemşire sert bakışlarıma karşılık hafifçe gülümsedi ve tekrar söze atıldı.
“Öyleyse ben Alina’ya bir yabancının geldiğini söylerim. Ayrıca artık gidebilirsiniz, bir hemşire olduğuma göre ona sizden daha iyi bakabilirim sanırım. Öyle değil mi?” Tüm bu söylediklerinden tek bir şeye takılmıştım: Yabancı.
Ben onun için bir yabancıydım ve hep öyle kalacaktım. Başka bir amacım da yoktu ama böyle söyleyince kulağa tuhaf geliyordu. Ne bekliyordum ki?
Tam arkamı dönüp gidecekken tekrar Alina’ya bir süre baktım. Acaba şu an bizi duyabiliyor muydu? Gerçi duysa bile herhangi bir tepki vermiyordu. Hâlâ baygındı.
Odanın kapısından çıkışa doğru ilerledim. Bir anda soğuk havayla karşılaşınca titrediğim için tam istikamet arabama gittim. Anahtarı kontağa takıp çalıştırdığımda gideceğim tek yer belliydi: Mesleğimi yaptığım itfaiye binası.
Anne ve babamı çok küçük yaşta kaybettiğim o yangından sonra tek hayalim itfaiyeci olmaktı çünkü o yaşımda diğer çocuklar da benim gibi olmasın diye düşünüyordum. Yangında kalan herkesi kurtararak o gün kendi içimde başlayan yangını da söndürecektim. Hayalime ulaşmış ve hem insanları hem de hayvanları kurtarmaya başlamıştım.
İtfaiye binasına geldiğimde arabadan indim. Hafif yağmur atıştırıyordu fakat kapalı hava giderek artacağını gösteriyordu. Binadan içeri girdiğimde Meriç ve Barlas’ın sesleri kulağıma geliyordu. Yine boş bırakmaya kalmamış ve tartışmaya başlamışlardı.
“Bu kadar açık sözlü olmak zorunda mısın? Ayrıca ne diye beni kızın yanında küçük düşürüyorsun? Benim hayatımdan bir uzak dur artık ya.” Meriç’in sitem eden ve bıkkınlık akan ses tonundan yine bir süre başımızın etini yiyeceğini anlamıştım. Derin bir of çekerek yanlarına gittim.
Barlas masanın karşısındaki sandalyelerden birine oturmuş, Meriç’e boş bakışlar atıyordu. Meriç ise tam tepesinde ayakta dikilmiş hiç susmadan konuşmaya devam ediyordu.
“Ne güzel işte, kızı senin gibi bir insandan kurtarmışım.” diyen Barlas’ın söyledikleri Meriç’i daha fazla öfkelendirmişti. Ellerini sarı saçlarının içinden öfkeyle geçirdi. Öyle bir tartışma içindelerdi ki beni bile fark etmemişlerdi. Gerçi tartışmayı sadece Meriç kendi kendine yapıyor gibiydi.
“Sen bana ne demeye çalışıyorsun? Açık konuş!” Meriç bir anda yükseldiğinde Barlas hiçbir tepki vermiyordu ve oldukça rahat gözüküyordu. “Şöyle anlatayım...” diye Barlas konuşmaya başladığında tartışmanın daha fazla uzamaması için araya girdim.
“Ne oluyor burada?” Sert çıkan sesimle sonunda beni fark edebilmişlerdi. Meriç’in yeşil gözleri bana döndüğünde ne kadar öfkelenmiş olduğu her hâlinden belliydi. Anlaşılan bu seferki mevzu diğerlerine göre daha büyüktü. Yoksa çabuk sinirlenmeyen ve eğlenceli bir tip olan Meriç’in bu kadar öfkelenmesi normal değildi.
“Barlas bey yine yapacağını yapmış. Gitmiş Eylül’e benim hakkımda olur olmadık şeyler söylemiş. Kız da ayrılmak istediğini söyledi. Tam hayatımın aşkını buldum diyorum, yok yine olmuyor. Ben sinirlenmeyeyim de ne yapayım şimdi? Bir de bu sefer Barlas yüzünden olmadı.” dedi Meriç öfkeli bir şekilde. “Ben hep yalnız mı kalacağım Aral, benim sevilmeye hakkım yok mu?” Üzüntüyle Barlas’ın karşısındaki sandalyeye oturdu ve başını öne eğerek ellerini saçlarının arasından geçirdi.
Meriç, üçümüz arasında en çapkın olanımız ve en büyüğümüzdü. Ama ne kadar uğraşsa da bir türlü hayatının aşkını bulamamıştı. Öğrenemediği şey ise hayatımızın aşkını hiçbir zaman arayıp bulamazdık. Kader bizi bir araya getirirdi. Fakat Meriç bunu anlamak istemiyor hayatının aşkını arayıp bulabileceğine inanıyordu.
“O kız seni hak etmiyordu. Ne yaptığını bilmiyorsun.” dedi Barlas. Meriç başını kaldırıp ona baktığında yüzündeki anlamaz ifadeyle boş boş bakıyordu.
“Ne diyorsun Barlas, ne demek ne yaptığını bilmiyorsun?” Aynı ifadeyle ben de Barlas’ a baktığımda derin bir iç çekti ve konuşmaya başladı.
“Meriç, o kız seni aldatıyordu.” dedi Barlas. Meriç hiç tepki vermeden ve hareket dahi etmeden, neye uğradığını şaşırmış gibi bakıyordu. En az Meriç kadar bende şaşırmıştım.
“N-nasıl? Ne demek aldattı? Ne saçmalıyorsun sen?” Meriç sonunda konuşabildiğinde sesi sitem eder gibi değildi. Daha çok şaşırmış ve hayal kırıklığına uğramış gibiydi.
“Basbayağı aldatmış seni. Birkaç gün önce başka bir erkekle el ele, sarmaş dolaş gidiyorlardı. Kusura bakma ama sen, onun pek de umurunda değil gibiydin.” Barlas’ın söyledikleri Meriç’i daha fazla hayal kırıklığına uğratmış ve bir hışımla ayağa fırlamasına neden olmuştu.
“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun aldattığından? Belki bir akrabası falandır.” dedi Meriç ihtimalleri sıralarken. Yalan olduğuna inanmak için elinden gelen ihtimalleri düşünse de sınırlıydı ve çok da mantıklı durmuyordu.
“İyice saçmaladın. Bu kızın seni aldattığı yetmezmiş gibi bir de aklını karıştırmış. Öyle akraba mı olur Meriç? El ele, sarmaş dolaşlardı diyorum.” dedi Barlas kelimelerin üzerine basa basa.
Meriç bunu kendine yediremiyormuş gibi bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyordu. Sonra bir anda durdu ve doğrudan Barlas’a bakarak “Hani benim hakkımda yalan yanlış şeyler söylemiştin. Yalan mıydı yani?” diye sordu.
“Evet,” diye cevapladı Barlas. “Üzülmemen için söylememiştim ama artık zamanı gelmişti.” Meriç pişman gözlerle Barlas’a bakıyordu ve sanki gözleriyle özür dilemeye çalışıyordu.
“Meriç,” diyerek sonunda söze girdim. “Sakin ol kardeşim. Demek ki o kız sana uygun değilmiş.” Birkaç yıldır birbirimizi tanıyorduk ve artık arkadaştan öte kardeş gibi olmuştuk.
Meriç bir süre bir o tarafa bir bu tarafa gidip geldikten sonra aniden durdu ve hızlı adımlarla yanımızdan gitti. Barlas da onun peşinden gitmek için yanımdan geçeceği sırada kolundan tuttum ve gitmesini engelledim.
“Merak etme hiçbir şey yapmayacak. Yalnız kalmaya ihtiyacı var.” dedim. Barlas, hafifçe başını onaylar biçimde salladı ve tekrar yerine oturdu. Ben de karşısına geçip oturdum.
Barlas aramızda en küçüğümüz ama bir o kadar da olgunumuzdu. Herkese karşı soğuk davranır ve kendinden hiç taviz vermezdi. Üçümüz yakın olsak bile bize karşı da çok sıcak olduğu söylenemezdi. Ama bugün şunu bir daha anlamıştım ki sevdiği insanlar üzülmesin diye her şeyi yapardı.
“Senin canın neden sıkkın?” Duyduğum sesle bakışlarımı Barlas’a çevirdim. Dediğim gibi kendisi bize hiç kötü olduğunu göstermez ve bütün sorunları içinde çözerdi ama bizim bir sorunumuz olduğunda da hemen anlardı.
“Hiç,” diye gelişigüzel bir cevap verdim. Alina mevzusunu her ne kadar konuşmak istemesem de içimde de tutamıyordum. Barlas inanmadığını belli eden bakışlar atarken bir süre konuşmamı bekledi.
“Geçen söylediğim kız,” diye söze başladım. “Hiç iyi değil. Yardıma ihtiyacı var ama yokmuş gibi davranıyor. Kendine hiç dikkat etmiyor. Bu olay onu çok etkiledi. Ben ona nasıl iyi geleceğimi bilmiyorum. Elimden bir şey gelmediği her saniye içim içimi yiyor.”
Sıkıntıyla elimi kısa saçlarımdan geçirdim. Barlas’a içimi dökmek iyi geliyordu. Beni sorgusuz sualsiz dinliyor ve yardımcı olmaya çalışıyordu. Eminim yine öyle yapacaktı.
“Aral, sen o kıza karşı bazı duygular mı besliyorsun?” dedi. Beklemediğim bu soru karşısında ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Başımı kaldırıp ona baktığımda aslında ona değil kendime bakıyordum.
Gerçekten de böyle duygular besliyor olabilir miydim? Onu önemsiyordum ve korumak istiyordum fakat bunların hepsi Kenan amcaya verdiğim söz yüzündendi. Başka bir açıklaması olamazdı. Yine de...
“Hayır,” dedim kesin bir dille. “Onunla aramızda bu tarz bir şey olmasına imkan yok. Ben sadece söz yüzünden...” Barlas sözümü kesti ve kendi konuşmaya başladı. “Öyle olduğunu sanabilirsin ama farklı hisler de olabilir. Ama senin kendini buna inandırmaya çalışman pek de söylediğin gibi olmadığını gösteriyor bana göre. İnsanlar en çok da olan bir şeye inanmak istemezler. Çünkü inansalar hiçbir şey eskisi gibi olmaz. İnan bana.” dedi ve sonra kendi kendine güldü.
Bazen arkadaşımın bu genç yaşta nasıl bu kadar bilgi, deneyim ve tecrübeli konuşmasına şaşırıyordum. Gerçekten de yaşından çok daha olgun konuşuyordu.
“Eminim öyle bir şey yok. Sadece o çok yalnız ve birilerinin yanında olmasına ihtiyacı var.” dedim. Bir süre konuşmadan bekledi ve sonra aklına bir şey gelmiş gibi hızla konuşmaya başladı.
“Bak ne diyeceğim, ona bir kedi al,” dediğinde beklemediğim için kaşlarım havalanmıştı. Kedi mi? Bu da nereden çıkmıştı şimdi?
“Hiç öyle bakma Aral. Gayet güzel bir fikir bence. Hem kız yalnız diyorsun, ona ev arkadaşlığı yapan güzel bir kedi iyi olur bence. Ben bile böyle konularda fikir üretebiliyorum, Aral sen ne kadar odun birisi oldun ya? Onu da mı biz söyleyelim?”
Barlas’ın fikrini bir süre düşündükten sonra “Tamam,” dedim. “Aklıma yattı bu fikir.” Harekete geçmek için hızlıca ayağa kalktım. “Eyvallah kardeşim, sen olmasan benim bu odun kişiliğim böyle bir şeyi düşünemezdi.” dedim.
Barlas yine sakince koltuğunda oturuyor ve hafifçe tebessüm ediyordu. “Ama bak bir daha böyle acıklı işlere karışmam ona göre.” dedi. Barlas her zaman böyleydi işte. Bir baş hareketi yaptıktan sonra yanından ayrıldım.
Ona bir kedi alacaktım ama bir barınaktan almayı düşünüyordum. Aklıma o gün geldi. Arabanın kaputuna saklanmış ısınmaya çalışan yavru kedi. O gün de Alina’yla tekrar karşılaşmıştım.
O yavru kediyi ailesi olmadığından daha güvende olabileceğini düşündüğüm için bir barınağa bırakmıştım. Kimsesiz, yardıma muhtaç yavru kedi...
Alina Sezer...
2 gün sonra...
Hastaneden çıkalı iki gün olmuştu. Ve şimdi İnci ve halamlar evimdeydi. O günden sonra İnci hep yanımda olmuş ve beni hiç yalnız bırakmamıştı. Sohbeti bayağı ilerletmiştik. Dertlerimi ve başımdan geçen bütün olayları dinlemişti. Yağız meselesini öğrenince ise ona ağır hakaretler etmiş ve erkeklere güven olmayacağını söylemişti.
Halam, eniştem ve çocukları ise şu anda evimdelerdi ve hiçbir şey konuşmadan karşılıklı oturuyorduk. Halam canı sıkılmış gibi sürekli ofluyordu. En sonunda daha fazla dayanamadı ve konuştu.
“Ay içim sıkıldı vallahi,” dedi. Eniştemin zoruyla geldiği çok belliydi çünkü kendi isteğiyle bana bir eksiğimin olup olmadığını soracak kadar iyi bir kadın değildi. Eniştem halamı çok sevdiği için ben de onun kalbini kırmak istemiyordum ama bazen fazla ileri gidiyordu.
Eniştem, halama uyarıcı bir bakış attığında halam bunu umursamadan tekrar konuşmaya başladı.
“Böyle yaşamak zor oluyordur şimdi. İşlerini falan halledebiliyor musun bari? Annen baban da öldü, daha bir zordur şimdi. Yazık.” Halamın söyledikleri yavaş yavaş gözlerimi doldururken bu kadar acımasız olmasını aklım almıyordu. Sadece benim babam değil aynı zamanda onun abisi de ölmüştü, hiç mi üzülmüyordu?
Bana acıyarak ve küçümseyerek bakmaya devam ettiğinde annesinin bir diğer örneği olan kızı Eda da ekledi. “Çok yazık.”
Hiçbir şey söyleyemiyordum. Onlara söyleyebilecek, kendimi savunabilecek onlarca kelime varken hiçbirini söylemiyordum.
“ Yok ben daha fazla dayanamayacağım. Ya siz nasıl insanlarsınız böyle? Hiç mi bu kızın üzüldüğünü görmüyorsunuz?” İnci bir anda sertçe çıkıştığında neye uğradığımı şaşırdım.
Benim söyleyemediklerimi sanki aklımı okumuş gibi dile getiriyor, beni savunuyordu. Hayretle ve hayranlıkla ona baktığımda gözlerimdeki yaşlar akmayı bıraktı.
“Önce siz bir kendi rezilliğinize bakın, sonrasında ise yine bu kıza laf söylemeye hakkınız yok. Siz belki olmayabilirsiniz ama o bir insan!” İnci’nin söyledikleriyle ağzım bir karış açılırken artık sadece hayretle ona bakıyordum. Böyle ağır bir ithamda bulunması herkesi çok şaşırtmıştı.
Halam sinirden kıpkırmızı olmuş, öfkeyle İnci’ye bakıyordu. Gözlerini ondan ayırmadan “Orhan!” dedi. “Bu edepsiz, karına hakaret ediyor ve sen hiçbir şey demiyorsun. Yazıklar olsun sana da! Eda kalk gidiyoruz!”
Koltuktan kalktığı gibi kızın kolundan da tutup onu da kaldırdı. Hızlıca evden çıktıklarında İnci kapı kapanma sesini duyunca derin bir nefes verdi.
“Oh be...” dedi İnci. Salonda sadece ben, İnci, Orhan eniştem ve Ferman kalmıştık. Ferman, babasına benziyordu. Hiç annesi ve kardeşi gibi kötü bir kalbi yoktu. Eğer o da onlar gibi olsaydı ne yapardım bilmiyordum.
“Kızım biraz ağır konuşmadın mı? Tamam kabul ediyorum, Meryem’in söyledikleri de doğru değildi ama...” İnci, eniştemin sözünü keserek konuştu. “Kusura bakmayın ama geldiğinizden beri kıza söylemediklerini bırakmadılar. Ne yapsaydım? Bizim sabrımız da bir yere kadar.” dedi.
“Neyse ben onunla konuşurum.” diyerek ayaklandı eniştem. Ben ise öylece kıpırdamadan oturuyordum. Hâlâ şaşkınlığımı üstümden atamamıştım.
İnci de ayaklandığında onları kapıya kadar geçiriyordu. Ferman yanımda durdu ve “Annemin kusuruna bakma, onu tanıyorsun.” dedi. Başımı hafifçe aşağı yukarı salladığımda o da başka bir şey demeden evden çıktı.
İnci tekrar yanıma geldiğinde “İyi misin?” diye sordu. Yine başımı aşağı yukarı salladım. Sonra ise benim de beklemediğim şekilde “İnci sen ne yaptın öyle ya? Teşekkür ederim.” dedim gülümseyerek.
“Ne demek arkadaşım. Bundan sonra kimse benim arkadaşıma öyle ileri geri konuşamaz.” dedi İnci.
Onlar gittikten sonra bir süre daha sohbet ettik. İnci gerçekten arkadaşım olmuştu ve sürekli benim yanımda olduğunu ve asla yalnız olmadığımı söylüyordu.
Yaklaşık bir saat sonra İnci tatlı bir şeyler getirmek için mutfağa gitti. “Yardıma ihtiyacın var mı?” diye sordum sesimi duyması için biraz bağırarak. “Hayır, ben hallediyorum.” diye cevap geldiğinde kapı çaldı. “Ben bakarım.” dedim ve gidip kapıyı açtım.
Aral tam karşımda hafifçe tebessüm etmişti ve elinde bir yavru kedi tutuyordu. Turuncu yavru kedi Aral’ın kollarının arasından ürkek bakışlar atıyordu.
“Selam,” diyerek olağan bir giriş yaptı Aral. Ben hâlâ elinde tuttuğu kediye bakıyordum. Bu kedi, o gün gördüğüm kediydi. Aral’ın kurtardığı kedi.
“Bu kedi...” dedim ama devam edemedim. “Kim geldi?” İçeriden gelen İnci’nin sesini duyduğumda o çoktan yanımda bitmişti. O da şaşkınlıkla bir kediye bir Aral’a bakıyordu.
Sonunda akıl edip “İçeri gelsene.” dedim. Aral da bunu bekliyormuş gibi hızlıca içeri girdi. Kediyi hâlâ ellerinin arasında hiç bırakmayacakmış gibi tutuyordu. Salona geçtiğinde biz de arkasından geliyorduk. İnci bana “Ne iş?” der gibi baktığında bilmiyorum anlamında omuz silktim.
Koltuklara oturduğumuz da ben hâlâ bir şey söylemediğim için yine İnci sözü devraldı. “O kedi de ne?” diye sordu. Bunu bende çok merak ediyordum.
“Barınaktan aldım,” dedi Aral. “Alina için. Belki ona ev arkadaşlığı yapar diye getirdim. Onun da anne ve babası yok. İkiniz birbirinizi tamamlıyorsunuz bence. Ama eğer istemezsen...”
“Hayır hayır, çok isterim. Teşekkür ederim.” dedim hemen. Ayağa kalkıp turuncu yavru kediyi Aral’ın ellerinden aldım. Yavru kedi o kadar uysaldı ki hemen elime gelmişti. Tek elimle tutup tekrar yerime oturduğumda kediyi kucağıma koydum ve sol elimle başını okşamaya başladım.
“Ona bir isim verecek misin? Seni çok sevdi.” dedi Aral. Yüzündeki gülümsemesi büyümüştü. Bende hafifçe tebessüm ettiğimde çoktan ona bir isim bulmuştum.
“Çilli,” dedim kedinin başını okşamaya devam ederken. “Adı Çilli olsun.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kemanımın Sesi
General FictionAlina Sezer konservatuar öğrencisi genç bir kızdır. Alina yağmurlu bir kış gününde performans sergilemek üzere kemanıyla sahneye çıkacaktır. Ama işler planladığı gibi gitmez. Hayatının dönüm noktası olan bir kaza geçirir. Ailesiyle güzel bir hayat...