Film artık sonlarına yaklaşırken uykumu bastırmak için gerindim. Akşam olsa da saat henüz erkendi. Şimdi uyumak istemiyordum. Sabah olmadan tekrar uyanma fikri hoşuma gitmiyordu çünkü. Ayrıca her gece düzenli olarak bilinmeyen numaranın eğer ötersem neler olacağını söylediği o mesajı beklemek istemiyordum.
Elindeki telefona can simidi gibi sarılmış, pür dikkat ekrana kitlenen Huening'e baktım. Ara sıra izlediği filmden artık tamamen kopmuştu. Dikkatini dağıtmamaya özen göstererek saçlarını sevmeye başladım. Yavru köpek gibi başını elime yaslayıp daha çok sokulunca gülümsedim.
Onlarda kalma fikrini sunmamış olsaydı yurttaki Yeonjun kafayı sıyırmış vaziyette köşeye sinip Beomgyu'nun gelmesini beklemekten başka bir şey yapamazdı. Ona olan minnetimi anlatmam mümkün değildi. Her sabah kalktığımda kahvaltının ben uyanmadan hazır olduğuna emin oluyordu. Bir ihtiyacım olduğunda söylemem konusunda öyle sıkı bir tembih yemiştim ki çekinmeden 'sonuçta Huening istemişti' cesaretiyle istediklerimi paylaşabiliyordum. Hem benimle çokça vakit geçiriyor hem de özel alan bırakmayı ihmal etmiyordu. Dedem hariç ailenin kalanıyla çok yakın sayılmazdım. O yüzden dışarıdan birileriyle bu samimiyeti kurabilmek bana hep garip ve eşsiz geliyordu.
"Ne zaman istersen uyuyabiliriz."
"Uykun mu geldi?"
"Yok. Senin geldiyse diye dedim." Hafifçe kaldırdığı başıyla bana bakıyordu. Gözleri hafif uykuluydu onun da. Normalde ikimiz de bu kadar erken düşmezdik. Televizyon karşısında mayışmıştık sanırım.
Bir süre daha telefonlarla oyalandık. İkimiz de turuncu kedi videolarına bayıldığımızdan yaklaşık bir saati de öyle geçirdik. Huening'in sızıp kalmasından sonra ben de artık dayanamayacak noktaya geldiğimi hissederek kafamı zor bela yastığa yerleştirdim. Hiç rüya görmedim.
Gözlerim açılması neredeyse imkansız biçimde kapanmıştı. Buna rağmen içimde direnen dürtüyü bastıramadım ve canım acıyarak gözlerimi araladım. Boğazımda öyle bir kuruluk hissi vardı ki tek kelime etsem soluk borum yırtılabilirmiş gibi hissetmiştim.
Huening'i uyandırmamaya özen göstererek kanepeden kalktım. İkimiz de sızdığımız için üstümüzde çarşaf bile yoktu ve her yerim -muhtemelen Huening'in de- tutulmuştu. Bir iki çarpık adımdan sonra yolumu buldum ve gecenin izin verdiği ölçüde bir şeylere çarpmamaya çabalayarak mutfağa ilerledim.
Su, şu anda en kıymetli şeydi. Elime zor sığan bir bardağa tüm açgözlülüğümle boca etmiş ve ağzımın etrafından akmasını umursamadan iki dikişte bitirmiştim. Uzun zamandır bu kadar susadığımı hatırlamıyordum.
Biraz nefeslenmek için bardağı makineye yerleştirip bar sandalyelerinden birine yerleştim. Oturduğum yerde bahçeye vuran aydınlatma ve çalılardan başka bir şey görünmüyordu.
Bir iki dakika öncesine kadar.
Anlık refleks göstererek yerimde dikilip pencereye irileştirdiğim gözlerimle bakmaya çalıştım. Başta fark ettiğim kıpırtı uyku mahmurluğuyla yanlış görebileceğimi düşündürecek kadar küçüktü çünkü. Ya da bir kedi veya sincabın hareketliliği kadar kısa ve çabuktu. Bedenim korkuya hemen tepki verse de zihnim emin olmak istiyordu. Beynimin istediği ışık aynı hareketlilik bu sefer daha uzun ve sesli bir aralıkla tekrarlanınca yandı ve panikle sandalyede doğruldum.
Yana dönüp adım atma fırsatı bile bulamadan salon tarafından büyük bir gürültü koptu. Korkuyla aklıma gelen ilk ismi bağırdım.
"HUENING!"
Yerde yuvarlanan demir metal çok geçmeden beyaz bir duman yaymaya başlayınca önümü seçemeyecek kadar körleştim. Bir yandan öksürüyor bir yandan Huening'e seslenmeye çalışıyordum. Nefes aldıkça duman ciğerlerime nüfuz ediyor, her seferinde bir öncekinden daha kısık sesle bağırmama neden oluyordu. En sonunda sesim çıkamayacak kadar tıkandığımda bir kol beni kavradı ve hızla çekiştirmeye başladı.
Deli gibi korkuyordum. Kanımdaki adrenalin ve vücudumdaki şok tepkilerimi felç etmişti. Huening olmasını umdum. Gözüm beni kimin tuttuğunu bile seçemezken beni bulanın Huening olması için dua ettim.
Bir anda neler olduğunu algılayamıyordum. Bugün her şey çok normaldi. Film izlemiş ve uyumuştuk. Ben su içmeye kalkmıştım. İçip geri yatacaktım. Belki bir çarşaf alıp kanepeye dönecek, üstümüzü örtecek ve her gece yaptığım gibi güneş doğana kadar uyanmamayı dileyecektim.
Saldırıya uğradığımızı kavramak kolay değildi.
Vücudum beni çekiştiren kişiye itaat ederek savruluyordu. Yüzüme çarpan havadan dışarıda olduğumuzu anlayarak gözlerimi aralamaya ve nefes almaya çalıştım. Biraz bile olsa toparlayıp etrafa bakmam gerekiyordu. Kiminle koştuğumu görmeliydim.
Birkaç başarısız girişimin ardından zorlukla gözlerimi araladım. Dumandan dolayı yaşardığından ve hâlâ gece olduğundan görmekte zorlanıyordum. İşe yaramasını umarak çaresizce kırpıştırdım. Bu kişi bana yardım eden biri de olabilirdi elinden hemen kurtulmam gereken biri de. İkinci seçeneğe karşı yanımda telefonum bile yokken ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Boşta kalan elimle gözlerimi sildim sertçe. Bu sefer kaşlarımı çatarak baktım önüme. Ve burada olmasını bekleyeceğim son kişiyi gördüm. Onu.
Soobin'in yanındaki arkadaşını.
Savrulan saçlarını umursamayarak arkasını dönüp saniyelik bana baktı. Ardından koşmaktan kesik çıkan sesini duydum.
"Sonunda yüz yüze konuşabileceğiz Yeonjun. Mesajlaşmak sıkmaya başlamıştı."
__________________
🔓
ŞİMDİ OKUDUĞUN
deep down i need you more
Fanfiction#yeonbin texting + düz yazı En büyük derdim kalmamaya uğraştığım derslerimdi. Onunla tanışana kadar.