Arkama bakmadan koşuyordum, nefesim kesiliyordu, terler içinde kalmıştım sanki. Sanırım sonum buydu. Çıkış yolunu göremeyecek kadar gerideydim. Hayatımda ilk defa o an yardım beklemiştim.
"Anne çıkar beni buradan! Baba, Likya? Kimse yok mu?" diye bağırdım, ama sesim boşluğa kayboldu.
O şey üstüme geliyordu, gittikçe yaklaşıyordu. Gözlerimi sımsıkı kapattım ve gerisi boşluktu.
Uyandığımda nefes nefese kalmıştım. Hayatım boyunca tekrarlayan rüyam buydu işte. Korkunç, dipsiz bir karanlığın içinde yalnız başımaydım her zaman.
Yanımdaki su bardağından bir yudum içtim ve saate baktım. "Siktir," saat altı olmuştu. Yavaşça yataktan kalktım ve odadan dışarı çıktım.
"Sonunda!" dedi babam, her seferinde bu cümlesinden nefret ediyorum, öfke saçıyordu sanki.
"Yine dışarıda mıydın? Gün boyu hiçbir şey yapmıyorsun Lidya. Yarın okulun başlıyor, bu sorumsuzlukla hiçbir şey başaramayacaksın. Seni sanat okuluna gönderdiğime pişman edeceksin."
"Sanki çok umrundayım. Tek derdin kendi mal varlığın. Yakında bizi kaybettiğin gibi onu da elinden kaybedeceksin," diye yanıtladım.
Cevap vermedi, ben de öyle düşünmüştüm zaten. Hemen odama gittim ve üstüme siyah askılı bir bluz, altıma da bir kot geçirdim. Sandalyeden sarkan deri ceketimi de üstüme alırken babam bana bakıp gözlerini devirerek çalışma odasına geçti.
Bahçe kapısına yürürken, bu evden ne kadar nefret ettiğimi farkettim. O dar karanlık tünel işte bu evdi benim için, ve hiçbir zaman değişmeyecekti. İnsanın ailesini seçememesi ne kadar kötü bir şey. Kimse annesinin manyak deli bir bale öğretmeni, babasının da ilgisiz bir işkolik olmasını istemezdi zaten.
İkizimden hiç bahsetmiyorum bile, küçük yaşta bizi ayırarak iki farklı dünya yaratmışlardı zaten. Dış görünüşlerimiz ne kadar benzese de, hayatı yaşama şekillerimiz bir o kadar farklıydı.
Bu düşüncelerden sıyrılmak için AirPod'larımı taktım ve pakette kalan son sigaramı yakarak yürümeye başladım.
İçeri girdiğimde o tanıdık koku hemen burnuma çarptı. Burası benim için sığınak gibi bir yerdi. Berlin Pub, şehrin en sevdiğim rooftop pub'ıydı. Adıyla uyum içindeydi, çünkü pub'ın iç dekorasyonu Berlin'in sanatsal ve renkli ruhunu yansıtıyordu. Duvarlarda büyükçe bir harita vardı, Berlin'in sembollerini ve tarihi yerlerini gösteren. Karşılıklı duvarda ise eski siyah-beyaz fotoğraflar asılıydı, Berlin'in geçmişini ve kültürel mirasını anlatan.
Kapıdan içeri girdiğinizde, sizi hoş bir müzik karşılıyordu. Hafif caz ve indie parçalar, insanı rahatlatan ve keyifli bir atmosfer oluşturan tınılarıyla dikkat çekiyordu. İçerideki mobilyalar sade ama şık bir tarzdaydı. Ahşap masalar, rahat minderlerle donatılmış sandalyeler ve duvarda eski plaklarla dekore edilmiş bir sahne. Hatta çatıya açılan küçük bir gizli geçit bile. Her şey, sizi burada rahat hissettirmek için düşünülmüş gibiydi. Bu mekân, içimdeki sanatçı ruhu besleyen bir yerdi.
Pub'ın sabah erken saatlerinde açıldığı zamanlarda sık sık buraya gelir ve gizli bir köşede kendime sade bir yer bulurdum. Bu köşede, küçük bir masada oturarak kitaplarımı okur, müziğimi dinler ve vazgeçemediğim mexican biramı yudumlar bazen de saatlerce resim yapardım. Arada bir de, günün yoğun saatlerinde de uğrar bu zamanlarda ise Çilekle takılırdım.
Berlin Pub'ın çalışanları da benim için aşina yüzlerdi. Pub'ın sahibi Max, her zaman neşeli ve konuşkan biriydi. Barın önünde müşterilere içeceklerini hazırlarken, ara sıra içeri giren müşterilerle sohbet eder, gülüşmeler yayar ve samimi bir atmosfer yaratırdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Oyun İçinde Aşk
Teen FictionMazzy star melodileri, filtre kahvenin yoğun tadı, dudaklarımda tatlı bir iz bırakırken, sigaranın dumanı yavaşça havada dans ediyor. Etrafımdaki sanat eserleri ve kitaplar, ruhumu besleyen birer ilham kaynağı haline geliyor. Melodilerin hüzünlü se...